
BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
İçine doğduğunuz dünyanın parametreleri, daha sonra dünyayı nasıl algılayacağınızı da belirler. Zihniniz o dünyanın ön kabulleriyle olan bitene mana verir; sıvının içine döküldüğü kabın şeklini alması gibi sonradan gerçekleşen olaylar geçmişin kalıbında biçimlenir. Benim gibi Soğuk Savaş döneminin içine doğan, dünyayı o zamanın parametreleriyle algılayanlar da iki kutuplu dünyayı veri olarak kabul edip, ardından gelişen çok boyutlu dünyayı onun üzerine birtakım tadilatlar olarak görüyorlar. Son yıllarda giderek artan Rusya-ABD çekişmesi de ister istemez doksanlı yıllara kadar ömrünü devam ettiren Soğuk Savaş konjonktürüyle kıyaslanıyor.
Benzerlikleri gözden kaçırmak mümkün değil. Yine rakipleri tarafından militarist ve otoriter bir devlet olarak konumlandırılan Rusya’nın karşısında Batı ve onun lideri ABD’yi görebiliyoruz. Bu defa işin ideolojik boyutu biraz daha zayıf kalıyor, zira Rusya kapitalizme alternatif bir modelin savunuculuğunu yapmak, dünya devriminin baş savunucusu olmak iddiasında değil. Bu durumda Amerika’nın söyleminde de komünizm karşıtlığını göremiyoruz. Ancak Putin Rusya’sının siyasi karakteri, demokrasi eksikliği üzerinden rakibe yüklenme imkanını tanıyor. Putin hala popüler bir lider, sandıktan önde çıkmasına da kimse şaşırmıyor. Fakat Batı standartlarında bir demokrasiden söz etmek mümkün değil. Ne seçilmiş otoriteyi denetleyecek mekanizmalar mevcut ne de muhalefetin siyasi erk tarafından baskı altına alınmasının önüne geçilebiliyor. Öte yandan demokrasilerin Batılı ülkeler de dahil tüm dünyada irtifa kaybettiklerini de kabul edelim.
Rusya’yı demokratik standartları üzerinden eleştirmek elbette mümkün ancak bunun ne ABD’nin ne de Avrupalı ülkelerin dış politikalarını şekillendirdiğini söyleyemeyiz. Tıpkı Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi küresel mücadelede işlerine geldiği sürece Amerikalılar baskıcı rejimleri desteklemekten geri kalmıyor, Avrupalılar ise ticari çıkarlarına zarar verecek herhangi bir fedakarlığa katlanmak istemiyorlar. AB’nin kendi içinde bile demokratik standartları yerlerde sürünen ülkelere yeterince tepki gösteremezken, bu prensiplerden hareketle ilkesel bir tutum alması da beklenemez.
Geriye elimizde kala kala eski usul güç savaşları kalıyor. Rusya’nın ‘arka bahçesi‘ olarak gördüğü bölgelere NATO’nun sızmasına tepkisi ve bunun karşısında başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batı’nın karşılık vermesi üzerinden kurgulanan bir şemayla karşı karşıyayız. Geçtiğimiz haziran ayında NATO zirvesinde yapılan Rusya vurgusu, aradan geçen süre içerisinde artan gerilimle tam isabet kaydetmiş gibi görünüyor. Tabii mevcut duruma ilişkin her iki tarafının perspektifleri taban tabana zıt. ABD’ye göre Ruslar aynı Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi saldırgan bir politika sürdürerek, komşularının egemenlik haklarını ihlal ediyor; askeri güç kullanarak çevresindeki zayıf ülkeleri kendisine tabi hale getirmeye çalışıyor. Eğer durdurulmazlarsa ve pek sevilen Münih göndermesinde olduğu gibi yatıştırılmaya çalışılırlarsa, bu saldırgan tutumu sürdürecekler. Dolayısıyla NATO daha ilk andan itibaren (Ukrayna ve hatta Gürcistan diye okuyunuz) bu agresif politikaya karşı koyarak caydırmalı.
Moskova’nın dünyasında ise adeta resim yukarıdakinin negatif imajı. Batılılar Soğuk Savaş sona ererken verdikleri sözleri tutmadılar ve Doğu Avrupa’yı yutmakla yetinmeyip, eski Sovyet cumhuriyetlerine kadar etkilerini genişletiyorlar. Bunun son örneği de Ukrayna’da son on yılda gerçekleşen değişim. Kırım ve Donbas’ın kontrolünü ele geçirmeleri Rusları ancak bir yere kadar tatmin ediyor ve NATO’nun, Ukrayna ve Gürcistan gibi ülkelere genişlemesi ihtimalini doğrudan kendilerine yönelik bir saldırı olarak algılıyorlar. Zamanında Stalin, Münih Anlaşması’nı nasıl Batı’nın Hitler’i kendi üstüne saldırtma hamlesi olarak algıladıysa, bugün de Putin gelişen olayları tam tersi yönden okuyor.
Sonuç olarak Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra NATO ile Rusya arasında en ciddi krizin içerisinde yol alırken, siyasi müzakerelerin sonuç vermesini umuyoruz. Askeri dengelere baktığımızda Moskova’nın Ukrayna’da kendi aleyhine oluşacak gelişmeleri engelleyecek güce sahip olduğunu söyleyebiliriz. Henüz NATO üyesi olmayan Kiev’i savunmak hiçbir üyenin yükümlülüğü değil. ABD dahil hiçbir Batılı ülkenin işler çığırından çıkarsa kendisini ortaya atıp Ruslarla çatışması mümkün görünmüyor. Ancak böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi durumunda Rusya’yı rahatsız edecek başta ekonomik olmak üzere bir dizi hamlenin de hazırlandığı görülüyor. Askerî açıdan pekâlâ yapılabilir bir hamle, işin siyasi boyutu gündeme gelince ciddi biçimde maliyetli hale gelebiliyor.
Lavrov, işleri bu noktaya taşımamak, ciddi olduklarını göstermek için en yetkili ağzından NATO’nun Ukrayna’daki etkinliğine dair rahatsızlığı bir kez daha dile getirdi. Amerikalı uzmanların ülkedeki varlığı, NATO’nun genişlemesinin sürdürülmesi yoluyla Rusya’nın çevrelenmeye devam edilmesi halinde tepki vermek zorunda kalacakları uyarısında bulundu. Belli ki Moskova’nın cevabı kriz bölgeleriyle sınırlı olmayacak; küresel ölçekte ABD’nin sinir uçlarına dokunacak hamleleri yapabileceklerini ima ediyorlar. Gerekirse Venezuela ve Küba’ya asker gönderilebileceği haberleri, Putin’in kontratak diplomasisinin bir parçası olarak görülebilir.
Bu tür bir tırmandırma politikası yeni değil, mevcut Rus yönetimi tarafından keşfedildi de denemez. Stalin her ne kadar Batı ile en çok zıtlaşan Sovyet lideri olarak nitelendirilebilse de bilek güreşini kendi çevre bölgesiyle sınırlandırmış, Yugoslavya ve Yunanistan gibi yakın coğrafyalarda bile temkinli hareket etmeyi tercih etmişti. Ardından gelen Kruşçev, Batı’yla detant politikalarını başlatan lider olmanın yanında, uzak coğrafyalarda ABD’yle mücadele politikalarının da kurgulayıcısıydı. Hindiçini’nden Ortadoğu’ya Batılı politikacıların dünyayı siyah-beyaz zıtlığıyla görmeleri, üçüncü dünya milliyetçiliğini nasıl yöneteceklerini kestirememeleri, Rusya’ya oyun alanı açmıştı. Bu boşluktan istifade etmeye çalışan Ruslar da ciddi hatalar yapmış, Küba füze krizi başta olmak üzere bir dizi girişimleri çuvallamayla sonuçlanmıştı.
Putin yönetiminin Soğuk Savaş yıllarının acemiliklerinden çıkarılan derslerle çok daha temkinli olacağını, yakın coğrafyasının ötesindeki hamleleri ABD’yi önemli gördükleri kriz noktalarında taviz vermeye zorlayacak manivelalar olarak gördüklerini tahmin edebiliriz. Dolayısıyla aslında hedefledikleri, ABD ile hegemonik liderlik kavgası değil, ‘arka bahçeleri‘ olarak gördükleri alanlara doğru genişlemenin durdurulması. Daha açık şekilde ifade edersek -önceki yazılarımda da belirtmiştim- Ukrayna ve Gürcistan gibi eski Sovyet cumhuriyetlerinin NATO’nun genişleme alanı dışında bırakılması. Bu konuda Ruslar açık taahhütler almak peşinde olduklarını söylüyorlar.
Washington’dan bakıldığında ise Moskova, aynı Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi dünyayı ikiye bölen bir duvar örme ve kendi etki alanını güvenceye alma derdinde. Bu da yine doğu ile batı arasında aşılmaz bir duvar olması, sadece bu duvarın Trieste’den Stettin’e değil, Baltık Cumhuriyetleri dışarıda bırakılacak şekilde eski Sovyet sınırından geçiyor olması anlamına gelecek. Batı’nın şahinleri için Moskova’nın bu talebi kabul edilemez ve Rusya’nın kendi sınırları ötesine herhangi bir imtiyaz talebine karşı çıkılmalı.
Belki de önümüzdeki on yıllara damgasını vuracak bu jeopolitik kutuplaşma ABD için siyasal İslamcı terör vb. suni düşman yaratma arayışlarını gereksiz kılan, eski usul bir rakiple ağız tadıyla rekabet edebilecekleri anlamına geliyor. Soğuk Savaş yıllarında iki dev güç bu rekabetin kontrolden çıkıp sıcak çatışmaya dönüşmesini engelleyebilmiş, yarım yüzyıla yayılan rekabet kazasız belasız sürdürülebilmişti. Bu kadar uzun bir tango tecrübesi olan iki partnerin bugün de birbirlerinin ayağına basmadan dansa devam edeceğini varsayabiliriz. Bu süreçte, bizim de ayağımıza bastırmayacak stratejik zekayı göstereceğimizi umarım. Kolbastıdan tangoya ne kadar hızlı geçersek o kadar iyi olacak.