BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Bu defa da İsmet İnönü’nün meşhur sözünü modifiye ederek başlıkta kullanmaya karar verdim. Kıbrıs meselesi üzerinden Batı ile gerilmeye başladığımız 1964’te, İsmet Paşa, “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de o dünyada yerini alır” diye restini çekmişti. Tabii işler İnönü’nün söylediği gibi gelişmedi. Birçok sorunun varlığına rağmen Türkiye, Soğuk Savaş yıllarını Batı ittifakının içerisinde tamamladı. Muhtemelen bu söz söylenirken kasıt da, Türkiye’nin makas değiştiriminden çok durumdan duyulan memnuniyetsizliğin uygun bir lisanla aktarılmasıydı.
Yarım yüzyıldan fazla bir süre önce müttefiklerimize aktardığımız rahatsızlıkların çok daha fazlasını Ankara son birkaç yıl içerisinde yaşadı. Kürt meselesini çözme girişimi, siyasetin kendi kısa vadeli hesaplarıyla çelişip bir kenara kaldırıldığından beri, Türkiye dış politikasını da tek boyut üzerinden yürütüyor. Beka kaygısı her şeye hakim olunca griler kayboluyor, dünyayı siyah beyaz netliğinde algılamaya başlayan Ankara, herkesi kendi köşeli dünyasının hizasına çekmeye çalışıyor.
Suriye iç savaşı kontrolden çıkıp, PYD Fırat’ın doğusunda alan kontrolünü ele geçirmeye başlayınca, Türkiye’nin kafasındaki çerçevede ABD ‘düşman ülke‘ sınıflandırmasına girmeye başladı. Bir yanda NATO üyeliği sürerken böylesine hayati bir konuda taban tabana zıt konumlarda yer almak, elbette çözülmesi gereken bir çelişkiydi.
Erdoğan, o konjonktürde kendi İsmet Paşa manevrasını uygulayıp, Astana sürecini başlattı, Şangay İşbirliği Örgütü’ne göz kırptı, Rus hava savunma sistemleri sipariş etti. Ama 60’lı, 70’li yıllarda müttefiklerimizle yaşadığımız gerginlikler gibi bu sorunlu süreç de bir kopuşa evirilmedi. Zira kopamıyoruz. Evet, Batı’nın da bize ihtiyacı var, evet Türkiye önemli bir ülke ama şunu söylersek milli bir sırrı ifşa etmiş olmayız herhalde; Türkiye’nin sadece savunma ihtiyaçları için değil, aynı zamanda ekonomik olarak derinlemesine entegre olduğu için Batı dünyasına ciddi bir bağımlılığı var. Hele alternatif olarak denediğimiz Rusya ile jeopolitik çelişkilerimiz iyice su yüzüne çıkınca ve Moskova’nın kronik sermaye açlığımıza merhem olma ihtimali olmadığı görülünce durum daha da belirginleşti.
Bundan dolayı Biden yönetimiyle iyi ilişkiler kurabilmek, Cumhurbaşkanlığı hükümetinin önceliği olmuş gibi görünüyor. Yılbaşından beri beklenen telefon bir türlü gelmediği, Biden, Erdoğan’ı sadece 24 Nisan’ı ‘soykırım‘ olarak niteleyeceğini bildirmek için aradığı halde Ankara alttan almaya devam etti. İki lider arasındaki bu yegâne telefon görüşmesinde kararlaştırıldığı üzere geçtiğimiz haftaki NATO zirvesinde bir ikili görüşme planlanmıştı. 1.5 saat olarak öngörülen toplantı, bunun ancak yarısı kadar sürdü. Çıkışta Türkiye’nin başına bela olan S-400 sistemlerinin akıbeti hakkında bir mutabakat sağlanamadığı görüldü. Biz F-35 programından dışlanmamıza ve CAATSA yaptırımlarına maruz kalmamıza sebep olan soruna çözüm önerileri geliştirirken, ABD tarafının sadece füzelerden nasıl kurtulacağımızı görüşmeye hazır olduğunu anladık. Türkiye’nin güçlü tepkisine neden olan PYD’ye destek konusunda da Biden’ın esnemeye niyeti olmadığını Erdoğan toplantı sonrası açıkladı.
Bütün bu çözümsüzlüklerin ortasında tarafları yakınlaştıracak tek ortak nokta, Afganistan’da bulunacak gibi duruyor. NATO, Eylül’den itibaren Afganistan’dan tamamen çekilirken, Kabil’deki Hamid Karzai Havaalanı’nın güvenliğini sağlamak için gönüllü oluyoruz. Yerel unsurlarla en iyi ilişkileri olan unsurun Türk Silahlı Kuvvetleri olduğu düşünülünce, mantıklı bir çözüm gibi duruyor. Öte yandan Taliban herkesin çekilmesi konusunda ısrarcı. Diğer NATO ülkeleri tahliye edilmişken, Türk askerinin orada kalıyor olması, bu misyonu da oldukça riskli hale getiriyor.
Peki neden Türkiye bu kadar şikayetçi olduğu bir ittifak sistemi için bu fedakarlığı yapmayı göze alıyor? Cevap basit. Yeni bir dünya kurup orada yer alamayacağını gören Ankara, elindeki tek alternatifle yeniden güven tazeleme ihtiyacı hissediyor. Mevcut durumda bilhassa ABD ile aramızdaki asimetrik ilişkiyi fark etmemek mümkün değil. Ankara ne kadar hızlı bir şekilde işleri rayına oturtmak istiyorsa, Amerikan tarafı bir o kadar ağırdan alıyor. Aslına bakılırsa Biden yönetiminin önceliğinin çok daha farklı olduğu, bu zirvenin akışından anlaşıldı. Trump’ın diplomatik skandallara imza attığı ve Avrupalı müttefikleri ile sorunlar yaşadığı bir dönemin ardından ABD’nin yeni başkanının ilk hedefinin Transatlantik bağları güçlendirmek olacağını biliyorduk. Bunu başardıktan sonra ittifakı yek vücut halde oyun bozucu olarak gördükleri Rusya’nın karşısına dikmeyi planlamış görünüyorlar. Bildirgedeki vurgular, Moskova’nın özellikle Kırım’ın ilhakı ve Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün ihlali sonrası ciddi biçimde hedeflendiğini gösteriyor.
İşte burada Afganistan’daki atikliğini aratmayacak şekilde bir kez daha Ankara’nın devreye girdiğini görüyoruz. Kafkaslardan Ukrayna’ya ve sonra Polonya’ya uzanan insansız hava araçları satışları, Türkiye’nin Rusya’nın karşısına çıkmaktan çekinmediğini gösteriyor. Elbette dronelarla Rusya’nın askeri üstünlüğüne karşı konulması mümkün değil ancak Moskova’nın sinirini bozacak adımlardan birisi daha atılıyor. Zira bir zamanlar Suriye’de süreci beraber yürütme adına strateji geliştiren Türkiye ve Rusya son dönemlerde, özellikle İdlib sorunu yüzünden gırtlak gırtlağa gelmiş vaziyette.
İşte bu konjonktür, öncelikli hedefi Rusya’yı vurgulamaya doyamayan yeni NATO’nun içerisinde bir yerlere oturmamızı sağlıyor. Ya da biz öyle umuyoruz. Ama neredeyse stratejik ortaklık konuştuğumuz Rusya’ya karşı birkaç sene içerisinde yüz seksen derece dönüp, ‘Batı’nın koçbaşı‘ olmaya kalkmanın da maliyetleri olacaktır. Yeni NATO’nun hevesli oyuncusu olmak, belki bir süre sonra Türkiye’nin başta ekonomik olmak üzere birçok sorununu halletmesine yardımcı olabilir ama Rusya’yla bugüne kadar inşa ettiğimiz ilişkiyi aynı anda nasıl götürmeyi başaracağız? Herhalde bu kısım için bugüne kadar pek sergileyemediğimiz diplomatik maharetimize güveniyoruz!
NATO-Rusya karşıtlığı 2030 vizyonunda ifade edildiği gibi daha keskin bir zemine aktarılacaksa, Türkiye’nin oyun alanının önümüzdeki dönemde daha sınırlı olacağını da kabul etmemiz gerekiyor. Örneğin Cumhurbaşkanı hala Türkiye’nin S-400ler konusunda pozisyonunda bir değişiklik olmadığını söylüyor ama heveslendiğimiz yeni konumlanmanın böyle bir manevrayı kaldırmayacağını söylemeye bile gerek yok. Muhtemelen Türkiye bir pazarlık pozisyonu olarak kuyruğunu hala dik tutuyor fakat sonuçta Ruslarla kurulabilecek ilişkinin derinliği, önümüzdeki dönemde çok daha dikkatli seçilmek zorunda kalacak.
Bir de Çin meselemiz var. NATO 2030 vizyonunda ilk defa bahsi geçen Asyalı dev, Türkiye’de bazı çevrelerin Batı ittifakı ve hatta sermayesi için alternatif olarak düşündükleri bir aktördü. Şimdi hasım değilse bile rakip olarak nitelenen Çin’le ilişkiler konusu biraz daha ikircikli hale geliyor. Pekin yönetiminin Doğu Türkistan’daki baskısı ile aşı meselesinin iç içe geçmesi zaten sinir bozucu bir gelişmeydi. Şimdi NATO’nun yeni kulüp kuralları biraz daha zorlayıcı hale gelirken ve Afganistan’da Çin’le fiili temas sağlanırken işler daha da çetrefilleşiyor. Ama bir de Kanal İstanbul’un finansmanını Çin’in sağlayacağı söylentileri var, değil mi?
Her neyse, kendimize yeni bir dünya kuramayıp yeni NATO’ya dönüş yolculuğuna başladık gibi bir görüntü var. Bu stratejinin de ciddi zorlukları olacak elbette ama zaten hayat bizim için ne zaman kolay oldu ki?