
DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
“Haklısınız. Hepinizden özür dilerim.”
“Ne diyor bu adam yahu?” diyebilirsiniz, en doğal hakkınız. Ben zaten bu köşede yazılanlara böyle yaklaşılması taraftarıyım. Lâkin, yukarıdaki sözler bana değil, Yekta Kopan’a ait. Ben daha ziyade, “Ne diyor bu adam yahu?” kısmına ortağım.
Ne oluyor, ne bitiyor diye Twitter’a bakarken tesadüfen haberim oluyor bazı şeylerden, bu sefer de öyle oldu. Yazar Yekta Kopan’ın hiçbir bağlam içermeden bizlere bahşettiği iki cümle dört kelimeye ben de birçoğunuz gibi soru işareti içeren bakışlarla cevap verdim. Mesele şu ki -daha doğrusu şuymuş ki- Cem Yılmaz’ın yeni dizisinin galası, Emek Sineması’nın yerine bina edilen garabette yapılmış, Yekta Kopan da orada moderatör olarak görev almış. Gezi Davası nedeniyle siyasi rehine olarak tutulan Mücella Yapıcı da haklı olarak -tâ cezaevinden- tepki göstermiş, sonrasında da yazının en tepesinde okuduğunuz özür gelmiş.
Benim bir yazar olarak, bir adet ‘Bunu bir ara uzun yazayım‘ dosyam var. Bu dosyayı sık sık itinayla gözden geçiriyor, konuları evirip çeviriyor, sonrasında da ezici çoğunluğunu, ‘Ya şimdi kim yazacak bunu uzun uzun‘ nidaları eşliğinde yerine geri koyuyorum. Ama bazen konu kapıya dayanıyor, tutulamaz hâle geliyor, ‘Şuracığa yazmazsam patlarım‘a dönüşüyor. O zaman ben yine öfleye pöfleye o yazıyı yazıyorum, siz de okuyup bana hakkım olan, ‘Ne diyor bu adam yahu‘yu yapıştırıyorsunuz. Bu köşenin temel prodüksiyon mantığı tamamen bu.
Yekta Kopan’ın tırnak iktiza eden özrü, yani ‘özrü‘ böyle bir deşarjür aciliyetini bir değil, iki konu üzerinden gündeme getirdi (Bu arada, yazının burasına kadar en az dört Ferhan Şensoy göndermesi yaptım, rahmetlik istedi herhalde büyük usta). Evet farkındayım, yine konu dışında geziyorum, sadede geleyim.
Yekta beyin ‘özür‘ olarak paketleyip önümüze attığı şey, dediğim gibi iki konuyu tetikledi, bunlar artık tutulamaz, bugün yazılıyor; evet, ikisi birden.
Birinci konu, özür dileme adabı ve özrün hangi koşullarda kabahatle at başı son düzlüğe girebildiği. İkincisi ise bu ülkenin belki en büyük demokrasi çırpınışı Gezi Direnişi’nin mirası üzerinde nasıl bu kadar rahat tepinilebildiği. Bu iki kel alâka gibi görünen konuyu birbirine bağlamak mümkün ki benim de niyetim bu.
Özür değil itibar yönetimi
Özür meselesiyle girelim. Özür dediğimiz şey, özellikle de tanınan bir ağızdan kamuya açık olarak çıkıyorsa özür dilenen konuyu da kamulaştırmak durumunda. Bir diğer ve daha kolay anlaşılacak deyişle, eğer bir halt yediyseniz, “Ben bir halt yedim” demeniz yetmez, zira birden fazla halt yemeniz mümkün olduğu gibi, herkes yediğiniz haltı bilmeyebilir. Pişmanlık ikrârla beraber gezer, yediğiniz halt için özür dilerken, bir yandan üstünü örtmeye çalışıyorsanız, yaptığınız samimi bir özür olmaktan çıkar, ‘itibar yönetimi‘ne girer. İtibar yönetimini özür diye yutturmak da en hafif tabiriyle küstahlıktır.
Yekta Kopan’ın ‘özrü‘, küstahlık kategorisine yalnızca neden özür dilendiğini gizlediği için girmiyor. Aynı zamanda, Kopan, özrünü takip ettiği insanlar dışındakilerin cevabına kapattığı için de giriyor. Tahmin edilebileceği gibi, Kopan’ın kıytırık ve tırnak içinden çıkması zinhar yasak edilmesi gereken ‘özrü‘nün altında kültür-sanat sosyetesinden kıymetli dostlarının attığı kalpler var. Yani ‘Kapatalım artık bu bahsi‘yle yetinmeyen, itibar yönetiminden kârla çıkmayı da hedefleyen bir strateji söz konusu. Maazallah, avamdan birileri yorum yapsın da Yekta beyin keyfi mi kaçsın? Zaten özrü talep eden Mücella Yapıcı olmasaydı Yekta beyin çok derdi olur muydu, orası da bir hâyli sisli.
Kopan’ın ‘özür‘ diye biz ayak takımının önüne fırlattığı yüklemsiz şey, içerdiği yüksek perdeden kibir dolu alt metinle yalnızca samimiyetsizlik içermiyor, Gezi’nin üstünde nasıl böyle rahat tepinilebildiğini açıklayan hesapvermezlik hissini de temin ediyor.
Herkes çok Gezici ama…
Tabii ki burada tek özne Yekta bey değil, Gezi’nin üstüne bina edildiği itirazın üzerinde gayet kolektif bir şekilde tepiniliyor. Herkes çok Gezici ama neredeyse bütün kültür-sanat aktiviteleri, Grand Pera’dan Zorlu PSM’sine, kaçak yapılaşmalara, AVM’lere sıkışmış vaziyette. Pardon ama o zaman Topçu Kışlası’na itirazınız neydi ki sizin?
Türkiye’nin, hatta muhtemelen Ortadoğu ve Balkanlar’ın, en önemli kültür-sanat merkezi Beyoğlu’nun AVM’leşmesine itiraz, Gezi’nin çekirdeğiydi, hatırlarsanız. Gezi’den bir önceki işaret fişeği, Yekta beyin moderatörlük yaptığı, parasını aldığı, ‘özrü‘nü dileyip konuyu kapattığı AVM’nin üstüne kondurulduğu Emek Sineması’nda atılmıştı. Emek’teki haklı itirazın müteahhit-polis işbirliğiyle nobranca bastırılmasıyla su kaynama noktasına gelmişti. Emek, Beyoğlu’ndaki pek çok hafıza mekanıyla beraber, küstahça ve zorbalıkla kotarılan bir ele geçirme harekatının simgesi olmuştu.
Mücella Yapıcı’ya, “Yahu daha kırkımız çıkmamıştı” sitemini ettiren de Emek’in bu simgeselliği işte. Emek, yıllarca İstanbul’un ve Türkiye’nin kültür-sanat dünyasının ağırlık merkeziydi. Bütün kavga, o ağacın en sağlam kökü yerinden sökülüp üstüne beton dökülmesin diyeydi. Sanat sepet tayfasının, yerine dikilen süprüntüye ihtimam göstermemesi bu nedenle mühimdi. Zorlusundan, Watergarden’ına bütün AVM’lere eyvallah çekip performans merkezlerini buraya taşıyan, kentle birleşik sanatı örgütleyemeyip yeni nesil dönercilerle incik boncukçuların arasına sıkışan İstanbul kültür-sanat dünyasının kuyruğu dik tutabileceği son merhaleydi Emek’in yerine dikilen uyduruk şeyden uzak durmak. Ecnebilerin “You have one job” yani, “Zaten tek bir işin var, onu da düzgün yapaydın” dediği şey bu.
İzninizle bu noktada köyün delisi şapkamı çıkarıp sosyolog şapkamı takarak devam edeceğim, lütfen şapkanın altında hâlâ köyün delisinin olduğunu görmezden geliverin.
Mesele aslında Yekta Kopan değil, nasıl Birinci Dünya Savaşı’nı Franz Ferdinand’dan bilemezsek, bu olanı da Kopan’dan bilemeyiz. Ferdi gibi, Yekta bey de ayarsızlığıyla konuyu açmış bulundu o kadar. Kaldı ki Kopan’a gelinceye kadar söz konusu dizinin ve bizzat yenilen haltın ‘esas çocuk‘u Cem Yılmaz var, “Hocam hayırdır” denilecek. Lâkin böyle bir failleştirmenin de konunun özüne faydası yok. Zira daha derin ve can sıkıcı bir toplumsal bağlam var, koskoca Konstantiniye’nin kültür-sanat dünyasının AVM’lere sıkışmasında…
Bu köşeyi sürekli okuyanlar biliyor, ben sık sık Türkiye toplumunun anti-politikliğinden, demokrasimizin siyasetsizliğinden, özellikle de şehirli orta sınıfların siyasi pozisyonlarının kayganlığından-kaypaklığından bahsediyorum. Okuyanlara yeniden eziyet edesim gelmiyor, okumayanlara da “E madem okuyun çok merak ediyorsunuz” diyesim geliyor (nasıl diyorlar YouTube’da, ‘layk-sabskırayb, bişey bişey daha‘). Yine de kısa bir özet geçeyim. Dediğim şudur ki Türkiye’nin modernleşme projesi yarım ve eksik kalmış bir projedir. Erken Cumhuriyet dönemindeki şehirli ve sınıfsız bir ulus yaratma projesi, köy sorununun çözülememesi, projenin fazla iyimser varsayımlara ve bunların tetiklediği hırçın zorlamalara dayanarak kurulması ve uluslararası konjonktür gibi nedenlerle hem yarım kaldı, hem de kendisini yok etmeye ant içmiş bir sosyal sermaye ağını politize etti. Ancak, büyükşehirlerdeki kültürel sermayesi yüksek nüfus, o yarım ve eksik kalan projenin prototipi olarak var olmaya devam etti ve kendine evvelden biçilmiş ‘ideal yurttaş‘ kimliğini sahibi olduğunu sandığı devleti korumaya adadı. Sonuç olarak, devletperverliği, demokratik sivil topluma tercih eden, kendini ayrıcalıklı sanan, bu yüzden de kendi aleyhine işleyen sistemi düzeltmeyi reddeden bir kitle ortaya çıktı. Siyasete katılımı oy vermekten ibaret olan, tüm politizasyon ihtiyacını günlük yaşam pratiklerine, özellikle de yaşam tarzına yaslamış insan topluluklarından bahsediyorum.
Gezi önemliydi; çünkü bu insan toplulukları, örgütsüz ve bireysel olarak ama aynı kimlik tarafından bir arada tutulmuş şekilde ilk defa sahaya indi, açık demokratik ifadenin özgürleştiriciliğini deneyimledi. Ancak sonunda hem zorba iktidarın şiddetine, hem de kendi anti-politik habituslerine yenilip evlerinin yolunu tuttular ve seçimden seçime oy vermeye devam ettiler. Küçümsemek için söylemiyorum, zira her ne kadar tekrar sokağa inemeseler de çeşitli kanallardan (örneğin sosyal medya) ilettikleri talepler, Gezi’nin praksisini olabildiği yere kadar ana akım kurumsal siyasetin içine soktu. Gezi’ye ihanet etmenin siyasi açıdan simgesel önemi burada yatıyor aslında. Gezi, daha iyi bir ülkeyi el birliğiyle yaratabilme ihtimaliydi. Yalnızca bu, üstünde tepinilmemesi için yeterli sebepti.
Lâkin, Gezi’nin duygu-politiğini bir tarafa koyup bir adım geriden bakarsak Gezi’yi yaratan dinamiklerin onun uzun soluklu bir harekete dönüşmesini engellediğini de görürüz. Sadece günlük yaşam pratikleri üzerinden yürütülen siyaset, mücadele ettiği aktörlerin -hele güçlü devlet aygıtlarını kontrol edenlerin- karşısında belirgin ve hayati zaaflar gösterir. Türkiye’de bu zaafların ülkeyi yöneten rejim tarafından yeterince sömürülmüyor oluşu, tamamen o rejimin gözünü akıllı strateji kuramayacak kadar rövanşizm bürümüş olmasından. Yoksa daha akıllı hareket eden bir AKP, büyük şehirlerde Arap Yarımadası’ndaki uluslararası finans merkezlerinin Batılı yabancılar için yaptığı gibi laik ve modern bir illüzyon yaratır, yaşam tarzına dokunulmayan siyasetsiz orta sınıflardan hiçbir tepki almadan ülkenin kalanında rahatça at koştururdu. Ama bunu tamamen başaramayacak kadar öfkeli, tatminsiz ve nobranlar.
Diğer yandan, AKP gibi lâik yaşam tarzlarına tahammülsüzlüğünü saklamayı asla beceremeyen bir siyasi hareket bile Türkiye’nin siyasetsiz kültür-sanat dünyasını işbirlikçiliğe sevk edecek kadarını yapabiliyor. Yalnızca yaşam tarzına sıkışan siyasi talepler ve üretim ilişkileri yerine mekanla kurulan ilişkiden tariflenen sınıfsallık, orta sınıfları kolay oyalanabilir, hatta kolay araçlaşabilir hâle getiriyor. Gezi’ye örtük ya da açık destek veren sanatçıların, bugün kent suçu yapıların gönüllü PR’cısı hâline gelmesi değil yalnızca sorun, o sanatçıların kitlelerinin de herhangi bir boykotu örgütleyemeyecek kadar siyasetsiz olması. Cem Yılmaz, Emek’in katledildiği cinayet mahâlinde gala yapabiliyor, diğer sanatçılar orada bulunabiliyor, çünkü biliyorlar ki tepki görmeyecekler. Yekta Kopan, kıytırık bir ‘özür’le konuyu kapatabileceğini biliyor, çünkü hep kapanıyor o konular. İşte o konuların o kadar kolay kapanabilmesi, yaşam tarzı siyasetinin mekana ve performansa zaafıyla ilgili. Siyasetsizlik, belli yaşam tarzlarına alan açan mekanların arkasındaki ilişki ağlarını ve politik yapıyı görmezden gelmeyi/hoş görmeyi beraberinde getirebiliyor.
Sözün özü, siyasetsizliğin içinden dönüştürücü bir gündelik yaşam siyaseti çıkmıyor, AVM’lerin içinden direngen bir sanat çıkmayacağı gibi. Anca şekilcilik ve ‘Hem pastam dursun, hem karnım doysun‘cu kültür-sanat esnafı çıkıyor. Onlar da Emek’in öldürüldüğü yerde düğün-bayram yapıyor.