ECE KARAAĞAÇ
ece.karaagac89@gmail.com
@ecekaraagac_
2016’da ‘Gözyaşı Konağı’, 2017’de ise ‘Ağaçtaki Kız’ romanları yayınlanan Şebnem İşigüzel okurun karşısına bu kez İyilik ile çıkıyor ve ‘İyilik’ ölümün eşiğinde duran anlatıcısıyla gündelik hayatın iyiliğini, kötülüğünü ve ikiyüzlülüğünü masaya yatırıyor.
Şebnem İşigüzel’le Moda sokaklarında dolanan kahramanının peşinde yeni romanı ‘İyilik’i konuştuk.
Kitabı elime aldığımda dikkatimi çeken ilk şey adı oldu. ‘İyilik’ hem çok yüceltilen hem de kaypak bir sözcük. Siz kitabınıza bu adı vermeye nasıl karar verdiniz?
Milton’un Kayıp Cennet’inde Şeytan, “Kötülük, benim iyiliğim ol!” diye haykırır. İyilik böyle bir şey. Romandaki karakterlerin ve hikayelerin özündeki şey bence bu. Zerdüştlüğün ana öğretisindeyse varlığın kusursuzluğu bildiğiniz gibi “İyi düşünceler, iyi sözler, iyi işler, iyiliği istemek için iyi olmak,” olarak tanımlanır. Kahramanın arzusu da bence bu. İyilik içinde ikililik barındırıyor. Ben bu ikilikten yola çıktım. Güya iyilikten, sözde iyilikten, iyilikmiş gibi görünen sahte şeylerden ve romanın adı gibi hayal edilen pür iyilikten. Romanın sadece iki yerinde içi boşaltılmış anlamına uygun olarak geçer zaten. Ama fikri bu bana kalırsa.
Hikaye boyunca karakterin geçmişte yaptığı bir şeyin bugünkü hayatını nasıl yıkıma uğrattığını dinliyoruz kendi ağzından. Öte yandan dünyasını başına yıkan bu büyük günah Türkiye’de belki de binlerce örneğine rastlanmış ve adeta kanıksanmış bir durum. Karakterin bu yıkımının altında onun sarsılmaz iyiliğinin izlerini mi aramalıyız, yoksa toplumsal ikiyüzlülüğün mü?
Sahtecilik bu zamanın tek gerçeği haline geldi. Yeni zamanın işleyişi, sosyal medya gösterisi her şey bu sahteciliği benimsetiyor bize. Romanda sıradan gibi bir şeyden yola çıkıp kritik yerlere evrilen bir hikaye var. Tıpkı tregedyalardaki ulakları andıran sahteci kardeşlerin “Nereden başladık nereye geldik en başta istediğin hiç de zor bir şey değildi,” minvalinde geveledikleri şey gibi. Bence söylediğinizin ikisi de geçerli. Kahramanımın sarsılmaz iyiliği yerine ‘iyilik arzusu’ diyeceğim sadece. Çünkü onun iyiliği de ikililik barındıran bir şey. Toplumsal ikiyüzlülük de kendini bize çok sık gösterdi. Herkes kendi oyununu kusursuz oynadı. Güzel bir yemek yiyen Aslı da kahramanımızın doğma büyüme Modalı olduğuna burun kıvıran Ayşe Hanım tarafı da. Herkesin bir oyunu var bu hayatta. Sadece iyi kalpli cambazlar vicdanları yüzünden dengelerini bulamayıp daha çabuk düşüyorlar ipten. Oyunun kuralını bilmese öğrenemese de oyunun sonunda gölgeleriyle bile mutlu olma coşkusunu gösterenler iyiler oluyor tabii orası ayrı. Yani toplumsal ikiyüzlülük ya da kanıksanmış durumlar kötülerin kazanması için var. Sonuçta kötüler kazanır ama iyiler mutlu olur. Çünkü mutluluk en saf haliyle size bağlıdır. Kahramanın o içsel hayatında hissettirmeye çalıştığım şey buydu.
Ana karakteriniz bir yönüyle dünyevi bağımlılıklardan kopmuş görünürken bir yönüyle de kendi portresini mütemadiyen metalar üzerinden çiziyor. Bu ikiliğin kaynağı nedir?
Hastalıkla birlikte dünyevi bağımlılıklarıyla arasına mesafe koydu aslında. Birkaç parça eşyayla pansiyoner olarak yoluna devam etti. Giyinmek kuşanmak çocukluğundan beri onda hatırası olan bir şey. Gerek babasından gerek ailesinin kadınlarından gördüğü bildiği yokluk içinde olsa bile yaratarak öğrendiği. Yokluk içinde varlık yaratmak diye bir şey var romanda. Sonrasında kendisinden esirgenenlere kavuştu aslında. Onun için tek iyilik parasının olmasıydı. Onu hayatta kalmak için kullanmaması önemliydi. Bize de bu dünyayla işinin bittiğini ifade eden bir şeydi. Şık ayakkabı reyonunda çiçek tarlası görmüş gibi olması yine bu zamana özgü. Kendince her şeyi en aza indirdi. Kaldı ki çalışmaktan üzerini değiştirmeye zaman bulamadığı günlerini anlattı bize. Giyinmek kuşanmak tüketmek üzerine düşündürdü bizi. İkililik dediğiniz şey aslında onun bize kurduğu tuzağa dönüştü.
Karakteriniz yaş itibariyle 90’lı-20’li yıllarda büyümüş bir karakterken kendi geçmişinden bahsederken oluşan atmosfer daha çok 70’li-80’li yılların İstanbul’unu çağırıştırıyor. Yaşça kendinizden küçük bir karakterin ağzından yazarken geçmiş ve zaman algısını oturtmak zorlayıcı oldu mu sizin için?
Hayır çünkü daha önce ‘Kirpiklerimin Gölgesi’nde on bir yaşında bir kez çocuğuna ses verdim. Venüs’de benden üçyüz elli yıl büyük kahramanıma, aynı şekilde ‘Gözyaşı Konağı Ada 1876’da kahramanımla yaş farkım yüz elli yıldı. ‘Resmigeçit’ gibi bir romandan tek parça halinde çıktım. ‘İyilik’te 83 doğumlu kahramanımın anlatısıyla, ona anlatılanları mesela Mine Hanım’ın 1988’de geldiği İstanbul Beyoğlu’suna dair anlattıklarını, Tarlabaşı Bulvarı açılırken evi yıkılan Rum kadının hikayesini kahramanımın kişisel tarihiyle karıştırmamak lazım. Kadın rock grubu Volvox’u size hatırlatan benim kahramanım değil, Mine Hanım. Kahramanımın Beyoğlu’na geldiği yıl 1997. Cumartesi Anneleri’nin ilk oturma eylemlerini görüyor. İstiklal Caddesi’ndeki Vakko 2000’lerin başında kapandı. Hilton’un sezonluk havuz kabinetleri ve düğünlerin yapıldığı Gün Bahçesi halen var. Bunlar sizi yanıltmasın. Aynı şekilde 83 doğumlu kahramanın nüfus hikayesinde devlet dairesinde kullanılan kağıda ve döneme ilişkin uygulamaya kadar her şey yerli yerinde. Çocukluk evindeki pansiyoner tıp öğrencilerinin gözaltına alınma hikayesi neden ve sonuçlarıyla 90’lar. Yine Challenger uzay aracının infilakının on birinci yılı olduğuna ilişkin televizyon haberi. Bu benim zorlanmadan yaptığımı düşündüğüm şey. Öyle olmalı. Çünkü çok daha derin kuyular kazdım. Romanın doksanlar ve ikibinli yılların başındaki Beyoğlu bölümü o yılların hatrına yazıldı. İlk kitabım çıkmıştı 1993’de ve ben Kazancı Yokuşu’nda öğrenci evimde oturuyordum. Karanlık yıllardı ama umudumuz vardı. Hoş, yazının kendisi umut ve ben umudumu hep korudum. Bir anlamda zamana direndiğim şey yazı oldu. Yanılgıya düşmek zor ve ayrıca bu romana haksızlık olurdu.
Son dönemde yerli ve yabancı pek çok romanda ben diliyle anlatıma rastlıyoruz, siz de İyilik’te bu anlatım biçimini kullanıyorsunuz. Anlatım biçimindeki bu tercihiniz bilinçli miydi, içgüdüsel miydi?
İçgüdüsel ama yirmi altı yıldır yazdıklarım yayınlanıyor az biraz tecrübem olsun değil mi? (Gülümsüyor.) Gerçi yazarken tecrübeden çok sezgileriniz işe yarar. Konusu yaşamak ve ölüm olunca anlatıcı dili bunu bambaşka bir şeye dönüştürürdü. Metin arzu ettiğim hafifliğini ve derinliğini kaybederdi. Roman sesini hep kendisi bulur. Ve her roman okuruyla tamamlanır. Ben dili benim işimi kolaylaştırmaz. Kahramanın kendisi olmak zordur çünkü. Doğru frekansı bulup şakımanız gerekir. ‘Çöplük’, ‘Resmigeçit’ anlatıcı olarak yazdığım son romanlardı. Proust bunun şahikası elbette. Dediğiniz gibi günümüz dünya edebiyatında ben dili öne çıktı, kurgu sadeleşti, neredeyse kimsenin kurguyla işi kalmadı.
Bir edebiyatçı olarak ben diliyle anlatma tekniğinin son dönemdeki popülerliğini siz neye bağlıyorsunuz? Bu gittikçe benmerkezci hale gelen insan türünün bir tezahürü olabilir mi?
Zamanın taşıdığı ‘hız’ duygusuyla bağlantılı olabilir bu. Calvino’nun ‘Amerika Dersleri’ndeki ‘Hız’ adını taşıyan bölüm zamanı anlamak açısından şaşırtıcı biçimde epey geriden yazılmış bir metin olsa bile önemli. Hız kaygan bir zemin yaratıyor neredeyse ve duygularımızı adlandırmak, anlamak önemli ve ben dili bunu daha güçlü yapıyor. Benim cephemde bir roman daha ben diliyle gelecek ama sonrakinde yerini bir anlatıcı alacak sanırım. Pek benmerkezci diyemeyiz sanırım. Ayrıca anlatıcının hep bir üst tavır olma tehlikesi vardır. Hepimiz adına konuşan bir tek ses, üst ses. Bundan kaçmak isteyebilir okur. Kaba bir tanımla bu faşizme bile yakın olabilir. Bu çağın okuru kendi adına bir şeyler hissedilmesinden ziyade ben diliyle tanık olmayı seviyor, istiyor olabilir.
Son olarak; ‘İyilik’ arka kapağında bir ‘şimdiki zaman trajedisi’ olarak tanımlanmış. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Siz metninizi trajik buluyor musunuz?
Hem acıma hem korku hissederseniz bu Aristo’ya göre trajedi oluyor, biliyorsunuz. Ama biz şimdiki zamandayız. Hikayenin tonu ne olursa olsun arada sizi güldürmüş, gülümsetmiş, zaman zaman eğlendirmiş olsam bile; çünkü konu insan ve eninde sonunda hor görülen, yok sayılan, kendi deyişiyle ‘ziyan olan’ hep yalnız kalan bir kadının hayatına tanık oluyoruz. Kahramanıma en basit duyguyla acıyabilirsiniz. Çoğunluğun korktuğu şeyle sınanıyor; hastalık, ölüm. Her şeyini kaybetmek ve kimsesiz kalmaktan söz ediyor. Çoğunluğun korkusu. Klasik anlamıyla trajedi hayatın korkunç ve acı dolu tarafıysa, şimdiki zamanda bunlar neye denk düşüyorsa, ‘İyilik’in anlattıklarına buradan bakmalı.
Trajedi olması için bir gövdenin gözlerimizin önünde parçalanmasını görmeye ihtiyacımız yok. “Hastalıktan ölmüyordum,” diyen bir kadının, “İnsan çaresizliğinin farkına varmaz, aslında o anda ölür ama o yaşadığını düşünür,” diyen bir kadının infilakını görüyoruz. Ruh infilakı. Bu da bu zamanın trajedisi değilse ne? Artık arenalar sosyal medya. Sahnelenen şeyin insana dair unutulan, görmezden gelinen, kaçırılan duygusuysa özünde hep aynı. Edebiyat artık görmezden gelinen bu rastlaşmayı sağlıyor. İnsanlara içsel hayatlarına bakma fırsatı veriyor. Ben arka kapaktaki bu tanımı, özellikle ‘çürük diş’ tanımını bu yüzden seviyorum.