
BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
OPEC’in kurucu beyinlerinden Venezüellalı diplomat Perez Alfonso petrol için ‘şeytanın pisliği’ tabirini kullanmıştı. Üretici ülkeler için en başta büyük bir nimet gibi görünen bu zenginlik çok zaman şiddet, yolsuzluk ve sefalet getirdiği için petrol okyanuslarının üzerinde oturan siyasetçiler bile kendisinden pek hayırla bahsetmediler. Kim bilir Perez Alfonso bugünleri ve doğalgazın küresel siyasetteki kilit rolünü görse nasıl bir ifade kullanırdı?
Son zamanlarda Ukrayna meselesi uluslararası siyasetin öylesine merkezindeki ona değinmeden geçemiyoruz. Giriş paragrafımın da bir biçimde kuzeyimizdeki savaşa bağlanacağını zaten tahmin etmişsinizdir. Ben de Rus işgali devam ederken konuyu enerji meselesi üzerinden ele almaya çalışacağım. Zira içerisinde Rusya’nın olduğu hemen her krizde olduğu gibi konu gelip bir kez daha enerji, daha doğru bir ifade ile doğalgaz meselesinde düğümleniyor.
Fosil yakıtların siyasi bir manivela olarak kullanılmasına ilk defa rastlamıyoruz. 1973’teki petrol krizi bu tür bir politikanın en önemli örneğiydi. Petrol ihracatçısı Arap ülkeleri, Batı’nın Yom Kippur Savaşı’nda İsrail’e desteğine tepki olarak bu ülkelere ambargo uygulama kararı aldılar. Elbette petrol gibi bir ürünü seçici olarak belli ülkelere tedarik etmek diğerlerini mahrum bırakmak mümkün olmadığı için ekonominin kuralları işledi; sonunda arzı kısılan petrolün fiyatı katlandı. OPEC ambargosunun kurbanları da 1973’te İsrail’e omuz veren Batı ülkelerinden çok gelişmekte olan petrol ithalatçısı ülkeler oldu. Biz de her türlü talihsizlikten nasibimizi aldığımız gibi bu krizden en çok etkilenen ülkelerden olduk. 1980’de ekonomik açıdan duvara çarpmamıza kadar devam eden süreç böyle başladı.
Bu hadise enerji ithalatçısı ülkelerin dikkatlerinin hep petrol piyasalarında olmasına sebep oldu, kardeşi doğalgazın ne derece kilit bir emtiaya dönüşmekte olduğu çok geç fark edildi. Oysa daha Soğuk Savaş sona ermeden doğalgaz Batı Avrupa ülkelerine nispeten temiz bir fosil yakıt olarak girmeye başlamıştı. Türkiye bile ilk gaz anlaşmalarını 80’li yıllarda Sovyetler Birliği ile yaptı. Böylelikle büyük şehirlerimizde zaman zaman sokağa çıkma yasakları ilan edilmesine bile sebep olan hava kirliliğinin önüne geçmeyi başardık. Doğalgaz sadece evlerin ısıtmasında değil daha da önemlisi sanayide ve elektrik üretiminde de kilit bir girdi haline dönüştü. Bununla eş zamanlı olarak Rusya’ya bağımlılık konusu da gündeme gelmeye başladı. Mavi Akım projesi Amerikalıların bu yöndeki uyarılarına rağmen tamamlandı ve zamanın hükümeti ciddi bir baskıyı göğüslemek zorunda kaldı.
Başlarda Rus gazının Türk pazarında ağırlık kazanmasına yönelik Amerikan muhalefeti ekonomik gerçekler karşısında zayıf kaldı. Ucuz ve kesintisiz enerji tedariki açısından çok ciddi avantajlar sağlayan Rus doğalgazı, pazardaki payını bir dönem yüzde 50’lerin üzerine kadar artırdı. Siyasi risk hesaplarıyla ekonomik gerekçeler arasında tercih yapmak zorunda kalan sadece Ankara değildi. Tüm Avrupa kıtası, başta Doğu Avrupalılar ve Almanya olmak üzere, Rusya’dan sağlanan enerjiyle çarklarını döndürür hale geldi. Bardağın dolu tarafında bakanlar Rusya’nın dünyanın en büyük rezervlerine sahip olduğunu ve bunu müşterilerine ulaştırmak için büyük yatırımlar yapmaya hazır olduğunu söylediler. Soğuk Savaş sona ermişti; Moskova’nın kendisini güvenilir bir tedarikçi olarak konumlandırmasının kendi çıkarına da uygun olduğunu düşünülüyordu. Yüz yıldan fazla yetecek rezervlerin üzerinde oturan Rusların temel motivasyonu bu zenginliği mümkün olduğu kadar ekonomik olarak değerlendirmek olmalıydı. Öte yandan bardağın boş tarafına bakanlar için Rusya eline fırsat geçerse emperyal politikalara geri dönebilirdi. Bütün yumurtaları aynı sepete koymak, hele Rusların ihtiraslı dış politika vizyonları dikkate alınırsa, en hafif tabiriyle aymazlıktı.
Sonuçta ara bir yol bulundu. Aralarında Türkiye’nin de olduğu ülkeler Rus gazının sunduğu konfordan faydalanmayı seçtiler ama bir yandan da enerji kaynaklarını çeşitlendirerek doğalgaz pazarındaki Rusya payını aşağıya çekmeye başladılar. Türkiye için Azeri gazının gelmesi ve LNG alım kapasitesinin artmasıyla 2015’teki uçak krizi sırasında yüzde 55’te olan Rus Pazar payı bir dönem yüzde 30’a kadar geriledi ama şimdilerde tekrar yüzde 40 dolaylarında. Almanya ise doğalgazının yaklaşık üçte ikisini Rusya’dan alırken, Doğu Avrupa’da yer yer daha yüksek oranlarda bağımlılık gözlemleniyor.
Burada sorun belki de oranların yüksekliğinden daha fazla Rusya’nın dahil olduğu her krizde bu rakamları yeniden gözden geçirme ihtiyacı duyulması. 2015’te Rus uçağı düşürüldüğünde Türkiye’de uzun süre, gaz akışında bir kesinti olması halinde ne tür acil plan senaryoları olduğu konuşuldu. Dolayısıyla bu kış iyice zıvanadan çıkan doğalgaz faturaları aslında bizim cebimizden çıkanın da üzerinde. Tükettiğimiz enerji, ödediğimiz nakde ek olarak hem bizim hem de diğer Avrupa ülkelerinin Rus politikalarına karşı çıkmaması koşulu ile geliyor. Adeta bütün kıtanın kafasına dayanmış bir altıpatlar her an yanlış bir hareketimizde ateşlenmek üzere bekliyor.
Dönelim Ukrayna krizine ve oradan doğalgazın kilit rolüne. Rusya uzun süre Ukrayna’nın NATO üyeliğinin veya ülkede Batı askeri altyapısının bulunmasının kendi güvenliği için tehdit olduğunu iddia ediyordu. Bu temelde müzakere etmek üzere Moskova’ya giden Macron ve Scholz kısa sürede şaşkına döndüler. Zira Putin’in talepleri karşılıklı güvenlik ihtiyacını sağlayacak bir mimarinin oluşturulmasının çok ötesindeydi. Rus devlet başkanına göre Ukrayna devletinin varlığı bile sorgulanmaktaydı, ayrıca seçimle iş başına gelmiş Zelensky hükümetinin hiçbir meşruiyeti yoktu. Putin kendi onayını almayan bir siyasetçinin bu yapay devleti yönetemeyeceği kanaatindeydi. Biraz avam bir ifadeyle eski Sovyet Cumhuriyetlerinin başkanları muhtarlar heyeti gibi kendi iradesine tabi olmalı, talimatları aldıktan sonra alkışlayıp görev yerlerine dönmeliydi.
Bunun gerçekleşmemesi üzerine de Rusya’nın Ukrayna’yı askeri olarak yola getirme harekatı başladı. Rusya kimsenin sahip olmadığı bir imtiyazı talep etmekte, etrafındaki ülkelerin ne kadar var olmayı hak ettiği, hükümetlerinin ne kadar meşru olduğu konusunda nihai karar mercii olmayı istemekteydi. Güç kullanarak dayattığı bu politikaya yaptırım yoluyla karşı çıkıldığında da enerji kartı masaya sürülmekteydi. Böylelikle Medvedev, “Avrupalılar iki bin dolar doğalgaz fiyatına hazırlıklı olsun” deyiverdi. Bu açıkça söylenmediği zamanlarda bile herkesin kafasında beliren kışın ortasında gazımız kesilirse sorusu durumu açıklamaktaydı. Rusları kızdırırsak Vladimir kombiyi kapatıverirdi. Güvenilir tedarikçi masalında varılan son noktaya ulaşmıştık.
Ukrayna krizi nasıl sonlanırsa sonlansın aralarında Türkiye’nin de olduğu Avrupa ülkelerinin Rus gazı meselesine daha ciddi eğilmeleri gerektiği açık. Rusya’nın dünyanın en büyük doğalgaz rezervleri üzerinde oturduğu ve onu nispeten uygun fiyatlarla kapımıza getirdikleri gerçeğini kabul edelim. Ancak bu enerjinin bir de görünmeyen maliyeti var. O da Rusya’nın arada bir gelen heyheyleri karşısında sessiz kalmak, Moskova’nın iradesiyle çatışmamak. Bu durumun bizim ve başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın perspektifinden sürdürülemez olduğu çok açık. Enerji karışımında doğalgazın ağırlığını düşürmekten alternatif fosil yakıt projelerine daha ciddi eğilinmesine kadar bir dizi tedbirin hızla yürürlüğe sokulması gerekiyor. Putin yüzlerce yıl yetecek doğalgaz kaynağını siyasi şantaj unsuru olarak kullanmaya karar verdiyse, tüketici ülkelerin yapacağı fazla bir şey yok. Vladimir gelip kombiyi kapatacak korkusuyla sonsuza kadar yaşayamayız. Kendimize elektrikli bir ısıtıcı almanın zamanı geldi de geçiyor.