MURAT SEVİNÇ
2014’ün son yazısı, kendi adlandırmalarıyla, seks işçileri için olsun.
Muhafazakârlık, ‘modern’ bir düşünce akımıdır. Aydınlanmaya karşı. Korumak, muhafaza etmek, geçmiş ve geleneğe, ‘statükoya’ sahip çıkmak. Bir yanıyla ideoloji, bir yanıyla dünya görüşü.
Muhafazakârlık nedir, ne değildir?
Rahmetli Ulus Baker bir yazısında, ‘statükonun sürdürülebilirliğini’ mealen şöyle tanımlıyordu: Dünya hızla değişiyor, zaman hızla akıp gidiyor. Bu durumda, modern dünyada statükoyu korumaya çalışan bir muhafazakârın yaptığı, geçmişin değerlerini korumak değil, bugün sahip olduğu her neyse, onu gelecek kuşaklara dayatmaktır. Hâl böyleyken, ne korunmaya çalışan statüko artık geçmişin değerler bütününü anlatır ne de gelecek, anlamlı biçimde ele alınabilir.
Türkçesi: Her düşüncesini ve yaşam biçimini çoluk çocuğuna dayatmaya çalışan, dayattığının gelenekle bağı çoğu zaman bölük pörçük kurulmuş, katlanılmaz anne babalar. Yetişkinler. Yönetimler. Dolayısıyla, muhafazakârlıkla onun tarih içinde aldığı muhtelif biçimlerini; dincilik, gericilik, bağnazlık, tutuculuk gibi kavramlar ile bitiştirip birini diğerinin yerine kullanmamakta yarar var.
Memleket muhafazakârlık için verimli…
Bu yazıda, muhafazakârlığın farklı hallerine atıflarla ilerlemeye çalışıyorum. Örneğin geçmişi, hızla akan yaşamda bir ölçüde koruma isteği, muhafazakârın; bir gün toprağı, bir gün yapıyı, bir gün sanat eserini, bir gün inanç ve ritüelleri sahiplenmesini gerektirir. Aşağıda geleceğim bu konuya. Günlük dilde, sıklıkla bir tür ‘yaşam biçimini’ tanımlamak üzere kullanılır. Bizim memleket, güçlü düşünsel temelleri bir yana, herhalde verimli bir toprak da sunuyor muhafazakâr ideolojiye.
Ancak her düşünce akımı ve ideoloji gibi muhafazakârlık da, yeşerdiği toprağın niteliklerini barındırır. Türkiye toprağında sol ve sağ ideolojiler, nasıl ki Fransız sol ve sağı ile karşılaştırıldığında ‘özgün’ niteliklere sahipse, tüm bir 20’inci yüzyıl boyunca dönüşen muhafazakârlık da çağdaşlarıyla karşılaştırıldığında, farklıdır. Türkiye muhafazakârlığı, hele ki son on yıllarda, azgın kapitalizmin işleyişi ve sonuçlarından ayrı değerlendirilemez. Neo-liberalizm denilen akım/yönetim biçimi, muhafazakârlığı, ‘değer muhafazakârlığına’ dönüştürür.
‘Türkiye tipi muhafazakarlık’ mide bulandırıcı
İşte ‘Türk/Türkiye tipi muhafazakârlık’ olarak da adlandırılabilecek bu ‘değer muhafazakârlığını,’ ‘mide bulandırıcı’ buluyorum. Kafa karıştırıcı ölçüde eklektik, yoz ve çürümüş bir takım davranış kalıplarını, içi boşaltılmış gelenekleri bir araya getirip, adetten olduğu üzere din ve milliyetçilik sosuyla servis etmek. Buna bir de modernleşme macerasındaki travmaları, az gelişmiş ülke kapitalizminin acımasızlığını, acımasızlığın kişiliklerde, şehirleşmede, şehir/taşra yaşam biçimlerinde, insan ve kadın erkek ilişkilerinde yarattığı tahribatı ekleyince ortaya çıkan manzara, malumunuz. Hemen her konuda ‘arada kalmış’ ve mütemadiyen huzursuzluk yaşayan bir toplum ve onu ezmek için dizayn edilmiş bir devlet örgütlenmesi.
Doğal sonuç: Cuma hutbelerinde patron kayırmacılığı, anlamsız ve cahilce yılbaşı düşmanlığı, kadın cinayetlerinde şampiyonluğa koşarken namus, bacak arası sohbetleri şu bu. Örnek, saymakla bitmez.
Gerçek muhafazakar, işçi ölümlerini azaltmak ister
Oysa bir muhafazakâr, işçi ölümlerini önlemek için gerekli önlemlere harfiyen uyulmasını ister; değer muhafazakârı ise Cuma’ya gider, namazını kılar ve ‘tedbirin fazlası, inancı zayıflatır’ hutbesini dinleyip ‘amin’ der. İçi rahattır.
Bir muhafazakâr, gençlerin, kendi tanımladığı bir ‘düzgün yaşamı’ sürmesinden yanadır ve bunun için toplumsal koşullar üzerinde kafa yorar; değer muhafazakârının derdiyse, muhtelif baskılardan nefes alamaz haldeki gençlerin koşullarını düzeltmek ve özgürlük alanları yaratmak yerine, kindar ve dindar nesil yetiştirmektir.
Değer muhafazakârı, Kapıkule’den ötesine ‘kerhane’ muamelesi yapar
Bir muhafazakâr tek eşliliği ve güçlü aile bağını savunur; oysa değer muhafazakârı, eşinin başını pencereden çıkarmasına içerleyip yaşamı, çocukları için katlanılmaz hale getirirken, evli olduğu halde Avrupa Kıtası’nın Kapıkule’den ötesine, kusuruma bakılmasın, ‘kerhane’ muamelesi yapmaktan zerrece çekinmez.
Bir muhafazakâr, örneğin Sulukule’yi olduğu gibi muhafaza etmek ister; buna mukabil değer muhafazakârı, koskoca mahalleyi rezidansa dönüştürür. Ve bir muhafazakâr fahişeliğe karşı iken, değer muhafazakârının sorunu fahişelik ve onu yaratan koşullar değil, fahişelerin varlığıdır.
İşte mide bulandırıcı derken kastım, böylesi çürümüş bir ‘dünya görüşü.’
‘Heybedeki’ fahişeler ve diğerleri
Devlet toplumunu ezer de, o toplum boş durur mu? Hiyerarşi ve sınıfsal ayrımlar içinde, herkes gücü yettiğine eziyet edecek elbet. Hiç kuşkusuz eziyet pastasının büyük dilimlerinden biri her zaman kadınlar, yoksullar ile toplumun ve devletin ‘marjinal’ diyerek tanımladıklarına düşer. Marjinallik, çok renkli bir heybedir. O heybenin içinde, türlü farklılıklar yer alır ve heybeye rengini veren de bunlardır. Heybenin şekli şemaili, içeriği, dönemden döneme değişir, içinden çıkanlar olur, yenileri eklenir vs. Heybedekiler, ‘heybe’ toplum içinde olduğu için ve o ölçüde ‘içeride;’ buna mukabil eninde sonunda heybenin içinde yer aldıklarından, ‘bir kenarda’ kalır.
Fahişeler, heybenin içinde mi yer alır? Tabii ki. Bir yandan hemen her yerde ve yaşamın tam ortasında, diğer yandan olabildiğince dışında. Kaldırımda uçuşan bir kartvizitin üzerindeki numara, telefon kulübesindeki numara, araç sileceğine iliştirilmiş numara…
Sanat ve edebiyat da onlarsız olamaz…
Büyükçe caddelerin en karanlık noktalarında bekleşenler. Aydınlıkta sahip oldukları ve pek övündükleri statülerinin, karanlıkta zedelenmesini istemedikleri için gizlenerek yol kenarlarına bakınanlarca tercih edilen, aranan, şiddete maruz kalan, öldürülen, horlanan kadınlar ve travestiler. Sözüm ona muhafazakâr, açıkça ‘değer muhafazakârı’ riyakâr erkek dünyasının eziyetini görenler. Horlananlar. Horlanmanın gerekçesi, yukarıda söz edilen o renkli ‘heybe’ içinde yaşıyor olmak ve o heybenin neo liberalizmin en bayağı uygulamalarının vestiyerine iliştirilmiş olması.
Ancak diğer yandan da yaşamın tam ortasındalar dedik ya; işte bu nedenle sanat ve edebiyat onlarsız olamaz, olamaz. Ne tablodan çıkarabilirsiniz, ne beyazperdeden ve tiyatro sahnesinden ne de edebiyattan. Erkek dünyaya/dünyasına ve yaşama dair ne varsa, açık eder, dalgasını geçer, açık konuşur. Yalanı dolanı yoktur. Bu yüzdendir ki yaşamını riya üzerine inşa eden her kim varsa, telaşa sevk eder.
Sıra tiyatro eserlerine mi geldi?

Cibali Karakolu oyunu
Zannedilmesin ki bugünün işidir bu zırvalar. Çok yıllar önce bu memleketin Anayasa Mahkemesi, TCK’nin ‘fahişeye tecavüz edildiğinde cezayı üçte bir oranında azaltan’ hükmü önüne geldiğinde, ‘eşitlik ilkesine’ aykırı bulmamıştır. Kadınlar arasında ‘iffetli-iffetsiz’ ayrımı yapmıştır. Hiç eşit olur mu, demişlerdir. Koca koca adamlar, yargıçlar. Hiç utanmadan. Memleket ortalaması, böylesi riyakâr bir muhafazakârlık hastalığına yakalanmışken, yargısı, idaresi, mikroptan bağışık kalabilir mi hiç?
Şimdi de, tiyatro eserlerinden, repliklerden çıkarmaya çalışıyorlar. Çalmayan, çırpmayan, öldürmeyen insanları. Herkes ve her şey gibi koşulların ürünü olan, ekmek parasına bedenlerini sunmak zorunda kalanları. Yaşamın tam ortasındayken ve karanlık kaldırımın kıyısından, yüzü aydınlıktaki şu mide bulandırıcı değer muhafazakârlarını, açık ediyorlarken. Tüm cesaretleriyle.
Bir fahişe, bir akademisyenden daha onursuz ‘insan’ değildir
Bu satırların yazarı bir akademisyen. İnsan ve yurttaş. İnsan ve yurttaş olmaktan kaynaklı hak ve özgürlüklere sahip. Fahişelik mesleğini, seks işçiliğini icra edenler gibi. Onuru, diğerlerinden daha değerli ya da değersiz değil. Bir fahişe, bir akademisyenden daha onursuz, daha değersiz bir ‘insan’ değildir. Eşittir. Bu kadar basit.
Yılın son yazısında, adları, mide bulandırıcı herifler tarafından tiyatro oyunlarından dahi çıkarılmaya çalışılan seks işçilerine, emekçilerine, eşit yurttaşlara, mutlu ve güzel yıllar dilerim. Selam olsun.