
MURAT SEVİNÇ
DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, geçen günlerde partisinin ‘yükseköğretim eylem planı’ tanıtım toplantısının açılış konuşmasında, “Üniversite kampüslerinin kapısını halka açacağız. Ders veren öğretim üyelerinin rızası dahilinde, vatandaşlarımızın üniversitelerde derslere katılmasına izin vereceğiz” demiş ve bu sözler tartışmaya neden olmuştu.
İlk işittiğimde şaşırdım ve hoşuma gitti, çünkü yıllardır bir yerlerde dillendirdiğim, ancak yaşama nasıl geçirilebileceğimi bilmediğim bir uygulamadan söz ediliyordu. Diğer yandan, konuyu gündeme getiren isim yıllarca neoliberal ekonomi siyasetini istikrarla yönetmiş biriydi, haliyle ‘halka açmak’ ifadesiyle başka bir şey kastediyor olma ihtimali yüksekti.
Bir-iki gün sonra, DEVA Eğitim Politikaları Başkanı Mustafa Ergen’le bir söyleşi yapıldı ve ‘halka açmak’ konusu biraz daha açığa kavuştu. Günsu Durak’ın, Gazete Duvar’da yayımlanan söyleşisini buraya bırakıyorum.
Her birimizin bir ideolojisi olduğuna göre, bugüne dek olup bitene ve bundan sonra olacağa, savunduğumuz değerler çerçevesinden bakıyoruz ve bakacağız, üniversite de buna dahil. Özelleştirme yanlılarının üniversiteden anladığıyla karşıtlarının anladığı aynı değil kuşkusuz. Öte yandan, herhangi bir kanaldan gündeme gelip konuşulması her halükârda iyi bir şey.
Göründüğünden daha karmaşık bir sorun ‘üniversite’ konusu, ancak neyse ki hem dünya hem de Türkiye serüveni son derece zengin, birden çok yol yordam ve özerklik deneyimine sahibiz. Bundan sonra her ne olacaksa, o zengin deneyime yaslayacak sırtını.
Neoliberalizmin siyaset ve toplum tahayyülü, “Aman canım, sıktı artık şu neoliberalizm eleştirisi” denerek geçiştirilemez bir rezalet. Benim ve bir önceki kuşaktan üniversite çalışanlarınınsa üniversite çatısı altında nasıl işlediğini gün gün deneyimlediği bir ‘sistem’ bu. Dünyada ve ülkede neye neden olduysa bu zihniyet, üniversitede de aynı sonucu verdi.
Asıl konuya döneyim… Müstakbel iktidarın bileşeni olacak insanlar, nasıl bir üniversite istiyor?
Üniversitede çalıştığım son yıllarda öğrenciye, ailelerinden birileri üniversite ortamını görmek isterse gelebileceğini, isterlerse izin alıp derse de girebileceğini söylüyordum ve öğrenciler elbette ciddiye almıyordu. Hatta, keşke mahalle esnafı da gelip katılsaydı istediği etkinliğe.
Bunun pek mantıklı görünen bir fantezi olmadığının farkındayım. Ayrıca üniversitenin kendi kuralları olduğu, onları, içeriden ve dışarıdan yönelme ihtimali olan her müdahaleden korumak gerektiği de doğru. Buna mukabil önerim, daha ziyade ‘üniversite’ üzerine düşünmeye teşvik etmeyi amaçlıyordu. Üniversite toplumuyla nasıl ilişki kurar/kurmalı, kurmalı mı ve üniversite çalışanlarının zannettikleri konumda olmadığı, kendilerine nasıl anlatılabilir! Üniversite personeli, neoliberal uygulamalar ve ‘YÖK düzeni’ (YÖK’üyle, rektörlükleriyle, dekanlıklarıyla vs.) karabasanından nasıl kurtulur? YÖK’ten önce hayat olduğuna göre, sonrasında da olabilir mi, nasıl?
Yürürlükteki siyasetin üniversitede uygulanmasının verdiği en büyük zarar ‘güvencesizleştirme’ oldu. Üniversiteyi piyasanın emrine açmak, kurumlar üzerindeki iktidar tahakkümünü o kurumlardaki işbirlikçiler aracılığıyla belirgin hale getirmek, bilimsel faaliyeti ar-ge ile özdeşleştirmek, ‘kâr amacı güdemez ama kâr elde eden’ vakıf üniversitelerinin (şu isimlendirme bile anayasaya uygun değil!) pıtrak gibi çoğalması, devlet üniversitelerinden hoca transferleri ve tabii, çalışanını güvencesizleştirmek… Buradaki ‘güvencesizleştirme’ yalnızca işsiz kalma riskini anlatmayan, daha kapsamlı bir uygulamalar bütününü içeriyor. Sonuç? Titrini ve kurumunu kullanarak sağdan soldan para kazanan, konumundan siyasi-maddi çıkar elde eden ve dünya yansa umursamayacak bir avuç akademisyen haricinde hemen hiç kimsenin mutlu olmadığı, kamusallığa ve bilime fazlaca hizmet etmediği açık bir ‘yayın’ ve ‘atama/yükselme ölçütleri’ çılgınlığı içinde harap olmuş, akademik dünya. Vahamete bir de, kareli ceketli bıyıklılarla geçirilen son yirmi yılda olup biteni eklemek gerekiyor.
Şimdi, Babacan ve partisinden Mustafa Ergen’in sözlerine bakınca, ‘üniversiteyi halka açmak’ ifadesiyle, yükseköğretimde piyasacı siyaseti tamamına erdirmeyi istediklerini düşündüm. ”Yeteri kadar özelleştirilemedi, o işi tamamlamak gerekiyor” gibi bir açıklama.
Şöyle demiş Ergen: ”Üniversite eğitimi alan insanların bir kısmı tekrar üniversiteye gidiyor çünkü kişinin ya işi değişmiş, işsiz kalmış ya da kişi geleceğin mesleğine girmek istiyor. Eğitim alanların yaş ortalaması 24-30’lara çıkmış durumda ve uzun vadede daha da yükseğe, 30-40’lara çıkması bekleniyor. Üniversitelerin bunun için ömür boyu eğitim veren, halka açık kurumlar haline gelmesi gerekiyor. Üniversiteler artık bilgi depolanan yerler değil. Formasyon ve sosyal ağ alınan yerlere dönüşmesi gerekir. 40 yaşında birisi geldiği zaman kendi formasyonunu ve kendi sosyal ağını üniversiteye katkı olarak vermesi lazım. Oradan yeni bilgiler vermeli. 18 yaşında birisi geldiği zaman da oradan formasyon ve sosyal ağ alması lazım. Bu etkileşimi de üniversitelerin sağlaması gerekiyor. Onun içinde ellerinden geldiğince halka açık olmalı. Üniversiteler ellerindeki imkânı birden fazla kesime kullandırması lazım çünkü artık kamu kaynağı da yok. Kamu kaynakları gittikçe azalıyor. Kısıtlı kamu kaynaklarıyla topluma, ekonomiye, mezunlarına ve öğrencilerine de maksimum faydayı sağlayabilecek bir ortama geçmesi gerekiyor. Bütün dünyada bulunan yöntem, hayat boyu eğitim.”
Anladığım kadarıyla, herkesin kazançlı çıkacağı varsayılan bir halkla ilişkiler faaliyeti ve ‘eleman’ yetiştirme yeri olarak görülüyor üniversite. Beni en çok rahatsız edense “Artık kamu kaynağı da yok” ifadesi oldu. Neden yok, ne oldu kamu kaynağına, bizim vergiler nerede? Silah almak için kamu kaynağı var mı? Makam araçları ve siyasetçilerin görgüsüzlüğünü tatmin etmek için? Özelleştirmeci/piyasacı siyaset tercihinin iyice yerlileştirilmiş versiyonunda, nasıl da en doğal şeymiş gibi dile getirilebiliyor kamu kaynağının azaldığı/yokluğu iddiası.
Oysa kamu kaynağı ‘hep’ vardır, egemen sınıfın tercihleri onu bir yerlere tahsis eder, egemen düşünce ve siyaset değişirse, o kamu kaynağı da başka yerlere tahsis edilir, edilebilir. Her siyaset bir tercihtir, doğal yollarla oluşmaz. Kamu kaynağıyla bolca SİHA almak da, nitelikli ücretsiz sağlık ve eğitim haklarını sağlamak da mümkün. Aynı kamunun kaynaklarıyla.
Burada derdim, DEVA öyle söyledi, beriki şunu dedi değil, hiçbirinin çok özgün bir yanı yok, bunlar kırk yıllık tartışmalar. Önemli olan, YÖK sonrası kurulacak üniversite düzeni her ne olacaksa, onun üniversite düşünce ve idealine hiç olmazsa biraz benzemesi. Bunun için herkes tartışmaya katılmalı, herkes bir diğerinin söylediğinden haberdar olmalı, yeni üniversite düzeninin eskisine de rahmet okutmaması için sol akademi ve partiler mutlaka ağırlığını koymalı.
Bakın şu sıralar, adı sanı bilinen bazı vakıf üniversitelerinin talepleri ve girişimleri konuşuluyor. Dertleri ‘özel üniversiteye’ dönüşüp farklı bir hukuksal statüye kavuşmak, bu sayede çalışanlarını rahatlıkla sömürebilmek, üç kuruşa asistan çalıştırmak, doktoralılara sefalet ücretleriyle ders verdirmek ve istedikleri gibi ‘eleman’ alıp kolaylıkla işten çıkarmak. Bunu yine ‘vizyon, misyon ve özgürlük’ gibi kavramların arkasına sığınarak yaparlar muhtemelen, naçizane, özellikle vizyon ve misyon sözcüklerini gördüğünüz bir yerden hızla uzaklaşmanızı tavsiye ederim!
Babacan ve DEVA’nın, diğer partilerin, kurumların başlattığı tartışmaları ilerletmekte yarar var, ne kadar çok ses duyulsa o kadar iyi ve solun sesi çok daha gür olmalı, işitilmeli. Eninde sonunda geçecek bu günler ve yeni bir şeyler söylemek, kurmak gerekecek. Mesele şu ki, bir hayalimiz var mı? Varsa, gerçekleştirmek için neler yapabilir ve bunu kimlerle, nasıl başarabiliriz? Halkçı üniversite, toplumcu üniversite, kamucu üniversite… Kabul, bu kavramlar kulağa çok hoş geliyor da, nasıl olacak, ne demek istiyoruz, talebimiz nedir? Örneğin, sol partilerden herhangi birinin, üniversite sistemine ilişkin geçmiş deneyimleri de içeren derli toplu, kapsamlı bir önerisi var mı?
Yazı önerileri:
- Gezi mahkumiyetlerinin, dün yayımlanan yüz kızartıcı gerekçeleri üzerine Gökçer Tahincioğlu’nun özeti.
- Adı DGM’lerle özdeşleşmiş Nusret Demiral’ın ardından, yine Gökçer Tahincioğlu’nun yazdıkları.
- Berrin Sönmez’in, ‘sürtük’ sözcüğünün dindar kesim ile iktidar arasındaki ilişkiyi nasıl etkileyeceği üzerine, biraz ‘iyimser’ bulduğum yazısı.
- Her yazısını okumanızı önerdiğim iktisat hocası Haluk Levent’ten, ‘Metaverse’e giriş.’
- Aydın Selcen’in Artı Gerçek’teki yazısı.