CENK SİDAR
7 Haziran seçimleri sonucunda ortaya çıkan tablo sonrası birçok gazeteci, yazar ve siyasetçi ülkenin 1990’lı yılların kaotik ve krizlerle dolu karanlık günlerine dönebileceğine dair ciddi uyarılar yapmakta.
Bu endişe yersiz değil. İktidarı için ülkeyi ateşe atmaktan çekinmeyen bir zihniyetin yönettiği bir ülkede yaşıyoruz. Sokaktaki vatandaş, iş dünyası ve medya korkmakta haklı.
O kadar ucuz kurtulamayabiliriz
Fakat 1990’lara dönme tabiri bütün benzerliklere (tırmanan terör, suikastlar, koalisyon ihtimali, şiddet dili, makroekonomik kırılganlık, dış politika girdabı) rağmen mevcut tehlikenin büyüklüğünü ifade etmekte yetersiz kalıyor.
Ülkenin siyasi, ekonomik ve dış politikada kırılganlığı ve dış etkenlerin negatif çarpan etki riski 1990’lı yıllarla karşılaştırıldığında çok daha yüksek. Bu nedenle tahribat riski de daha fazla. Basitleştirilmiş bir ifadeyle mevcut hataları yapmaya devam ettiğimiz takdirde 1990’lar sonrası gibi ‘ucuz kurtulamayabiliriz.’
Eğer ülkedeki siyaset kurumu ve ülkeyi yöneten zihniyet bir an önce tehlikenin farkına varmazsa ortaya çıkacak tabloda 1990’ları mumla arayabiliriz.
Ciddi kırılganlık emareleri
Çünkü bir ulusun kaderini o ülkenin üç temel yapıtaşı belirler: Ülkenin demokrasisi, ekonomisi ve dış politikadaki durumu. Bu üç ana unsura baktığımızda her birinde ciddi kırılganlık emareleri olduğunu gözlemliyoruz. İçinde bulunduğumuz küresel iklim ayakta kalabilmek için kırılganlığın kaldırılmayacağı kadar vahşi bir sistem.
Türkiye siyasetinin 1990’lı yıllarda temel sorunu beceriksizlik ve iradesizlikti. Bugün, bilinçli ve kişisel çıkarlar doğrultusunda demokrasi ve milli bütünlüğü feda etmeye hazır bir siyasi erk mevcut.
1990’larda ülkeyi beceriksiz ve iyi işlemeyen koalisyon hükümetleri yönetiyordu. Hiçbir parti ya da siyasi lider devletin bütün kurumlarını topyekûn olarak şekillendirme ve tahakkümü altına alma fırsatına sahip olmamıştı. Bürokraside bütün sıkıntılara rağmen topyekûn bir kadrolaşmadan bahsetmek mümkün değildi. Hata ve yolsuzluk yapan siyasetçiler devlet kurumları nezdinde hesap vermekten muaf tutulmamıştı. Yüce Divan ve Meclis fezlekeleri yolsuz siyasetçiler için büyük bir tehditti. Bugün, iktidardakiler devlette tamamen kadrolaşma sağlamış durumda. Bu kadrolar hukukun dışına çıkmaktan çekinmiyorlar.
O dönemde çok sesli bir medya özel televizyon ve radyo kanallarıyla oluşmaya başlamıştı. Bugün, medya kanallarının bir kısmının havuzun finansal gücüyle, bir kısmının ise korku ve tehditle sindirildiğini görüyoruz.
Özal, Demirel, İnönü ve Ecevit’in parodileri 1990’larda devlet televizyonlarında bile yapılabiliyordu. Bugün Erdoğan’ı çizen karikatüristler kimi zaman hapis cezasına mahkum ediliyor.
1990’larda seçim öncesi liderler televizyon kanallarında karşı karşıya gelerek proje ve düşüncelerini tartışıyorlardı. Bugün bu sadece bir hayal.
Toplum yapısı çok daha ciddi krizlere gebe
Bundan sonrası daha riskli: Toplumda 1990’larda da siyasi ve etnik farklılıklar mevcuttu fakat halk bugünkü kadar sert bir şekilde derin fay hatlarıyla ayrıştırılmamıştı.
İnternet ve iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması, haksızlıkların, mağduriyetlerin, yaşanan terör ve askeri operasyonların anında vatandaşlarının evinin içine taşınması, iktidarın kendi taban desteğini kemikleştirmek adına toplumsal birlik ve bütünlüğünden vazgeçmesi durumu söz konusu değildi.
Bu nedenle bugün içinde bulunduğumuz kutuplaştırılmış toplum yapısı sorumsuz bir yönetimin elinde çok daha ciddi krizlere gebe bir nitelik taşıyor. Gezi’de olduğu gibi iletişim teknolojileri, haksızlıklara ve dikta rejimine karşı organize olabilecek sokak eylemlerini ve bunların kontrolden çıkarak devlet şiddetini de artırmasını muhtemel hale getiriyor. Bu da ülke için önemli bir istikrarsızlık faktörü.
Ekonomik maliyet çok daha büyük olabilir
Ülke ekonomisi 1990’lara nazaran daha kırılgan ve dışa bağımlı. Bu da yaşanacak muhtemel krizi daha tahrip edici hale getiriyor.
Ekonomide 1990’li yılların asıl problem yüksek cari açık ve kamu borçlanmasıydı. Ekonomide dışa bağımlılık yavaş yavaş baş gösteriyordu. Gümrük Birliği anlaşmasıyla Türk özel sektörü ciddi bir rekabet tehdidiyle karşılaşmasına rağmen yeni konjonktüre uyum gösterebilen sektörler ve firmalar önemli ihracat başarıları gösterdi.
O dönemde tekstil ve inşaat gibi ihracatımızın önemli kısmını oluşturan düşük katma değerli sektörlerde küresel rekabet daha azdı. Bugün bu sektörlerde küresel olarak rekabet etmemiz mümkün değil. Aradan geçen zamanı da yüksek katma değerli sektörler kuramadık. Türkiye doğal olarak dalgalı kur rejimine geçti ve ekonomik kriz dönemlerinde elinde kullanabileceği araçların sayısı azaldı. Likiditenin bol olduğu 2007-2015 döneminde ülke olarak ciddi bir döviz rezervi oluşturamadık. Bankacılık ve finans sektörünün 2001 krizi sonrası güçlü olmasına rağmen özel sektörün yüksek oranda borçluluğu nedeniyle yaşanacak bir kriz sonrası bankacılık sektörünün de büyük zorluklarla karşılaşması kaçınılmaz bir durum.
Bugün gelir dağılımındaki adaletsizlik geçmişe nazaran çok daha yüksek. Bu da toplumsal bir gerginlik faktörü olarak tehlike arz ediyor.
Kırılganlığın ve bağımlılığın yüksekliği 1990’larla karşılaştırıldığında daha büyük bir ekonomik maliyet yaşanmasına olabilir. Bu yüzden ülkede yaşanacak bir siyasi istikrarsızlık ekonomide domino etkisi yaratabilir. 2015 yılı içerisinde küresel faizler artmaya başlayacak. Bunun yanında Türkiye’de tekrardan yaşanacak bir seçim süreci, artan siyasi belirsizlik, tırmanan terör gibi faktörler Türkiye’den sermaye ve yatırım çıkışışını daha da hızlandırabilir. Bu kronik bir kriz ortamının oluşmasına neden olur.
Türkiye’nin zemini daha kaygan
Bugün dış politikada risk ve tehditler çok daha çeşitlenmiş durumda. Türkiye’nin zemini 1990’lı yıllara kıyasla daha kaygan.
1990’lı yıllarda ülkemiz için güvenlik ve dış politika risk faktörleri ulus devlet yapısında olan Yunanistan, İran, Suriye gibi aktörlerdi. Bu risk faktörleri ‘devlet’ olduklarından belirli bir tahmin edilebilirlik ve rasyonalite sahibiydi. O dönem bir elin parmaklarını geçmeyen dış düşman ve güvenlik riskleri artık oldukça karmaşık ve çeşitli.
Ayrıca Türkiye daha yalnız. Irak gibi bölgedeki istikrarsızlık faktörlerinin dizginlenmesinde küresel süper güç ABD’nin bölgeye ilgisi vardı. Bugün ABD bölgedeki etkinliğini Obama doktrini sonrasında asgari seviyeye indirmiş durumda. Elini taşın altına koymuyor, Türkiye gibi bölge ülkelerinden krizlere müdahil olmasını bekliyor. Bu yüzden Suriye’de iç savaş karmaşıklaşıyor, ISID gibi bir tehdit sürekli buyuyor.
Bölgede onlarca devlet niteliğinde olmayan ve tehlikeli risk faktörü mevcut. Mezhepsel ve etnik ayrışma Ortadoğu’nun başat karakteristiği haline geldi. AKP hükümetinin 2009-2015 süreci boyunca izlediği dış politika sonrası Türkiye karmaşık dış politika ikliminde çoklu düşmanlar yaratmış durumda.
Allah göstermesin, Türkiye’de yaşanacak büyük bir terör eyleminin gerçekleşmesi durumunda bu eylemi gerçekleştirme potansiyeline ve Türkiye’nin düşmanlığına sahip onlarca aktör var. Kimin yaptığını bile idrak etmek zor olacaktır.
Bunun yanında Türkiye’ye zarar vermek isteyen aktörlerin ellerindeki araç sayısı 1990’larda sınırlıydı: Provokasyon, terör eylemi, askeri müdahale vs. Bugün teknolojinin gelişmesiyle siber, biyolojik, kimyasal saldırı gibi yeni metotlar var. Ve biz ülke olarak bunları kimin gerçekleştireceği konusunda tespit yapabilecek kapasiteye bile sahip değiliz.
Unutmayalım: geçtiğimiz mart ayında yaşanan ülke genelindeki elektrik kesintisi hala gizemini koruyor!
Algı da değişti
1990’lardaki Türkiye algısı ile bugünkü çok daha farklı. Eskiden ülke olarak terörizmin mağduru olarak görülüyorduk, bugün ise kimilerince haklı yahut haksız bölgesel terörün sebebi ve tetikleyici faktörü olarak görülüyoruz. Türkiye IŞİD ile mücadele ederken bile samimi olmadığı gündeme getiriliyor.
O dönemde Kürt meselesinde ve ordunun siyasette rolü konusunda eleştirilere maruz kalsak da terörizmi destekleme gibi ağır ithamlarla karşılaşmıyorduk. Dış basının saygın kurumlarında ülke kaynaklarının saraylar inşa edilerek israf edilmesi ve otoriter eğilimleri espri unsuru olarak ele alınmıyordu. Bu da ülkenin aleyhine oluşan algıyı dizginliyordu.
Siyaset kurumunun bir an önce silkelenmesi gerekiyor
Ülke olarak dış ve iç tehditlere karşı daha yalnız ve kırılganız. Siyaset kurumunun normalleşmesi zeminin kuvvetlendirilmesi için temel şart!
İçinde bulunduğumuz küresel konjonktürde risklerin çeşitliliği ve birbiriyle bağdaşık yapısı nedeniyle daha sağlam bir zeminde durmamız gerekirken bütün bu üç ayakta Türkiye daha kırılgan bir yapıda. 1990’lı yıllarda dünya değişirken biz içeri yoğunlaşmıştık. Siyasi ve ekonomik olarak birçok ülkenin önümüze geçmesine neden olmuştuk. 1990’lar kayıp 10 yıl olarak değerlendirildi.
Fakat bugün risk çok daha yüksek: Sadece zaman kaybetme değil geriye gitme ve belki ayakta kalamama riskiyle karşı karşıyayız. Kırılgan yapılara sahip ülkelerin bölgemizde yaşadığı sorunları yakından izliyoruz. Türkiye’nin bu riskin önüne geçmesi için siyaset kurumunun bir an önce silkelenmesi gerekiyor.
Sol toparlanıyor
Türkiye’de merkez sol ve Kürt hareketinin normalleştiğine şahit oluyoruz.
CHP Kemal Kılıçdaroğlu’nun liderliğinde çağdaş ve kapsayıcı bir sosyal demokrat siyasi parti haline evriliyor.
Kürt hareketinin siyasi temsilcisi HDP şiddeti reddederek, ‘Türkiyelileşme’ vizyonunu sahiplenerek demokratik tabanını genişletiyor. Önümüzdeki süreçte yapması gereken şiddeti daha sert bir dille reddedip kendisine kurulan kumpası bozarak PKK terör örgütüyle arasını tamamen açması.
Sağ hamle yapamıyor
Siyasetin merkez sağ kanadıysa bir türlü gerekli hamleyi yapamıyor, Erdoğan’ın tekelinden kurtulamıyor. Bugün Türkiye’nin normalleşmesinin birincil gereksinimi ülkede merkez sağın yeniden bir yapılanmayla akılcı, demokrat ve ilkeli bir merkez sağın tekrar ortaya çıkmasını sağlamak.
Merkez sağda akılcı ve ilkeli bir siyaseti savunabilme potansiyeline sahip Abdullah Gül gibi lider figürlerinin cesur davranamaması ülkeyi de kaosa sürüklüyor. Halbuki merkez sağda ortaya çıkacak bir yeni yapılanma farklı koalisyon seçeneklerini ve gerçek bir ‘büyük koalisyon’ olasılığını da masaya getirir.
Türkiye’nin hak ettiği
7 Haziran sonrası AKP’nin yaşadığı oy kaybı, tek başına iktidarını kaybetmesi ve halkın net bir şekilde başkanlık sistemine karşı durması ülke için umut verici bir gelişmeydi. Fakat Erdoğan’ın bu durumu kabullenmekte zorluk çektiğini ve ülkeyi tekrar bir seçime sürüklediğini görüyoruz.
Türkiye artık karanlık bir geçmişe dönme riskini konuşmayı değil, demokratik, müreffeh ve saygın bir ülke olarak konumunu güçlendirmeyi tartışmayı hak ediyor.