
BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
İyi Parti’nin, Enver Paşa’nın ölüm yıldönümü sebebiyle yaptığı paylaşım, kendisine ılımlı yaklaşan ama milliyetçi tabanın değerlerini tam paylaşmayan kesimlerde hayal kırıklığı yarattı. Nasıl olup da Enver Paşa gibi Türkiye’yi bir yüzyıl önce bunca sıkıntıya sokan bir figürü kahramanlarımızdan birisi olarak anabilirlerdi. Oysa İyi Parti’nin de üstüne oturduğu milliyetçi ideolojinin doğduğu zemin, tam da bir yüzyıl kadar önce böyle kişiliklerin yapıp ettikleriyle şekillenmişti.
Enver Paşa sadece 1908 yılında dağa çıkıp padişahı meşruti rejime zorlayan bir hürriyet kahramanı olarak kalsaydı elbette milliyetçilerin böylesine muhabbetine mazhar olamazdı. Ancak sınırsız siyasi ihtirasıyla hızla yükselerek Babıali baskınıyla fiili olarak gücü eline geçirmesi ve Osmanlı İmparatorluğu’nu Birinci Dünya Savaşı’na götürecek iradenin asıl sahibi olmasıyla tarihimizin ön sayfalarına adını yazdırdı.
Birinci Dünya Savaşı sonlanana kadar, çağdaşı Mustafa Kemal’in çok fevkinde bir kariyere sahip bu ihtiraslı asker, herhalde savaş başka türlü sonlansaydı bize başka türlü öğretiliyor olurdu. Özellikle Balkan Savaşı’nın son aşamasında Edirne’nin geri alınmasıyla bir kahraman statüsüne kavuşan Enver Paşa, arkasından gelen felaketli yenilginin müsebbibi olarak görülmese belki de kurucu önder pozisyonunu eline geçirecekti.
Olaylar hepimizin bildiği gibi böyle gelişmedi; ancak gerçekleşmeyen bu senaryo dahi milliyetçi kesim açısından Enver Paşa’nın önemini açıklamakta yetersiz kalıyor. Dünya Savaşı’nın yenilgiyle bitmesi ihtimaline karşı, cephe gerisinin sağlamlaştırılması için Anadolu’nun Türk kimliğinin tahkim edilmesi (burada kelime seçiminde çok zorlandığımı itiraf edeyim) ve daha da ötesinde Bolşevik Devrimi ile dağılma sürecine giren Rusya’nın yarattığı boşluktan istifade edecek bir Türkistan utkusu, milliyetçi tahayyüldeki Enver Paşa’nın önemini açıklayabilir.
Coğrafyamızın kaderini çizecek bu ihtiraslı siyasi vizyona göre Balkanlar’daki toprakların yanında Arap vilayetlerini de kaybetmekte olan devlet için, Turan hayali yeniden büyük oyuncu olma fırsatını beraberinde getirmekteydi. Dünya Savaşı’nın son senesinde Filistin ve Irak cephelerindeki zorlu koşullara karşın İran’a ve Azerbaycan’a yönelik harekatın sürdürülmesi, bu umudun sahaya yansıması olarak düşünülebilir.
Savaş bittikten sonra da Enver Paşa, kaybettiği büyük kumarı telafi edecek hayalinin peşinden gitmeye devam etti ve nihayetinde 4 Ağustos 1922 tarihinde bu uğurda can verdi. Buradan bakıldığında davası uğruna hayatını vermiş bir büyük askerin portresini görebiliyoruz. Öte yandan milliyetçi kesimin asıl idolü Mustafa Kemal’le farklar aynı zamanda Cumhuriyet’in temkinli dış politikasına da rengini veriyor. Enver Paşa, Sovyet Rusya’nın Orta Asya’da yeniden egemenliğini tesis etmesine karşı bayrak açanların isyanına liderlik ettiği sırada can verirken Atatürk, Kurtuluş Savaşı için sırtını Moskova’ya dayamakta tereddüt etmiyordu. Bundan dolayıdır ki Türkistan’da isyancıları ezerek Sovyet iktidarını tesis eden General Frunze, Taksim Anıtı’nda Voroşilov’la birlikte Atatürk’ün arkasında tasvir edilen iki Sovyet komutandan birisi olarak bugün hala Taksim Meydanı’na bakıyor.
Türkiye’nin resmi dış politika doktrini Enver Paşa’nın bozgun koşullarında sahiplendiği Turancılık gibi maceracı girişimleri elinin tersiyle bir kenara itmişti. Ancak Soğuk Savaş yıllarında ABD’nin de iteklemesiyle Sovyetleri zorlayacak bir kart olarak bir kenarda tutulmasını savunanlar oldu. Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle 90’larda yeniden bu hevesler su yüzüne çıkar gibi oldu. Dönemin cumhurbaşkanı Demirel’in, ‘Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası’ sözü, bir dış politika yöneliminden çok içerideki milliyetçi kamuoyuna yönelik bir söylem olarak okunabilir. Zira uluslararası konjonktürü doğru okuyan Demirel, 90’lı yıllarda Moskova’nın nüfuz alanına girip bir büyük rekabeti tetiklemek yerine işbirliği konularını öne çıkaran dengeli bir politika izlemişti.
Enver Paşa’nın cenazesi 1996 yılında Türkiye’ye getirilerek Abide-i Hürriyet tepesine defnedildi ve belki iade-i itibarı sağlandı ama fikirleri bazılarının umduğu gibi Türk dış politikasına yön vermedi. Turancılık zaten başarı şansı olmayan, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Alman genelkurmayının, Soğuk Savaş yıllarında da NATO’nun Rusya’ya karşı kullandığı bir koz olarak kaldı.
Enver Paşa’ya gelince 100 yıl önce girdiği kumarın olumsuz sonuçlarıyla yeterince yüzleşmediğimiz için ya da bugün gündeme daha da hakim milliyetçi romantizme uygun bir profil olarak giderek daha fazla itibar görüyor. Oysa 1917’de Bolşevik Devrimi gerçekleşmemiş olsaydı ki bunun savaş başlarken öngörülebilmesi mümkün değildi, memlekette bolca suiistimal edilen Sevr Anlaşması benzeri bir düzenlemenin önünde geçilemezdi.
Gelelim ikinci fantezi vizyonumuz İhvan’a, yani Müslüman Kardeşler meselesine. Turancılık’la birebir karşılaştırılması elbette mümkün olmayan bir yapılanma olan İhvan, dış politikamızda yarattığı savrulmayla benzer sıkıntılara sebep oldu. İhvan’ın çıkış noktası biz değiliz ama Arap Baharı’nın yarattığı enerjiyle bilhassa Türkiye’nin muhafazakar entelijansıyası sınırların ötesine geçen bir etki yaratma hevesine kapıldı. Cumhuriyet’in geleneksel dış politikasının, tarihi ve kültürel bağlarımızın olduğu İslam coğrafyasına yeterince ilgi göstermediği iddiasından hareketle bölgeye bir açılım planlandı. Bu coğrafyada doğmasa da bölgede Müslüman Kardeşler’le ilintili hareketlerin, iktidar partisine ideolojik yakınlıkları sebebiyle potansiyel bir müttefik olacakları umut edildi. Mısır’da Mursi’nin iktidara gelmesiyle zirve noktasına ulaşan bu iyimser dalga, kısa zamanda bölgesel güç dengelerinin baskısına dayanamayarak çöküşe geçti. Son olarak Tunus’ta cumhurbaşkanının hükümeti görevden alması, Arap Baharı’ndan geriye kalan ufak tefek iktidar odaklarından birini daha alaşağı etti. Tunus’taki durum hala belirsizliğini koruyor ancak Türkiye’de iktidarın konuya temkinli yaklaşımı, olayların Mısır’da olduğu gibi tırmandırılmayacağını düşündürüyor. Böylelikle son 10 yılımıza damgasını vuran bir dış politika aktivizminin, ulaşılamaz hedefler koyup peşinden bakakaldığımız bir sürecin sonuna geliyoruz.
Ne Turancılık’ın ne de Müslüman Kardeşler’le beraber bölgesel güç olma hevesinin Türk dış politikasının ana doğrultusu olduğunu düşünmüyorum. Kısa süreli bu fantezi çıkışlar zaten küresel dinamiklerin gerçekleriyle karşılaşınca hızla buharlaşıp yerini ayakları yere basan politikalara terk etmek zorunda kalıyor. Neticede birçok ulusun bir veya daha fazla gündüz düşleri var ve böyle hayallerle toplumları uyutmayı da siyasetçiler iyi biliyor.
Neden hayaleti hala aramızda dolaşıyor?
Cevabı dış politika üzerinden vermek bana göre mümkün değil. Turancılık projesinin limitlerini en son geçtiğimiz yüzyılı kapanmadan görmüştük. Sovyetler’in yıkılmasından sonra Kafkaslar’a ve oradan Orta Asya’ya uzanan bir açılım Türkiye’ye yeni pazarlar, tüm taraflara kazanç sağlayan ekonomik ve kültürel bir etkileşim alanı sağladı. Ama yıkılan bir imparatorluğun yerine koyulacak yeni bir siyasi proje ne mümkündü ne de Türkiye için doğru bir tercihti.
Böyle demişken bugün çalışmadığı belli olan bu projelerin neden hala gündemde olduğu meselesine geri dönelim. Neden Enver Paşa’nın hayaleti hala aramızda dolaşıyor? Neden Rabia bugünlerde biraz soluklaşsa da iktidara yakın mahfillerde sembolik anlamını koruyor?
Arap Baharı’nın ise bölgede birçok insanın demokrasi, özgürlük umutlarını yeşerttiği ancak sonuca ulaşamadığı malum. Bu hareketin ağırlık merkezine oturan Müslüman Kardeşler’in de sadece bölgedeki siyasi seçkinlerin değil aynı zamanda çoğunluk diktasından çekinen kesimlerin de şüpheyle yaklaştığı bir aktör olduğu biliniyor. Üstelik bölgeye nizam veren güçler şu anda İhvan’a yeşil ışık yakmıyor.
O halde iç tüketimde kullanılan her şeyin dış politika kurgulanırken alet edevat çantasından çıkarılmaması gerektiğini söyleyerek konuyu kapatalım. Zira sosyal medyada bolca kullanılan siyasi romantizmin, uluslararası ilişkilerin soğuk dünyasında bir ağırlığı yok.