BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Bir zamanların popüler çizgi roman kahramanlarından Tenten’in her macerası bir başka coğrafyada geçerdi. Kurnaz kahramanımız bir orada bir burada farklı serüvenlere koşardı. Küresel siyasetteki gerilimler de Tenten’in hızıyla bir ülkeden diğerine atlayıp duruyor. Geçtiğimiz hafta sonundan beri uluslararası siyasette tansiyon Kazakistan’a kaymış vaziyette. Bir zamanlar, eski Cumhurbaşkanı Demirel’in ağzından ‘Adriyatik’ten Çin Seddi’ne‘ bir Türk dünyası hayalleri telaffuz edilirken Kazakistan ve diğer Orta Asya cumhuriyetleri çok daha fazla gündemdeydi. Kısa zamanda diğer konulara olduğu gibi bu meseleye de ilgimizi kaybettik ve özel olarak bu bölgeyi çalışmayanlar dışındaki Türkiye vatandaşları için Kazakistan gibi ülkeler gündemdeki ağırlığını kaybetti. Ne zaman ki hükümet karşıtı protestolar patlak verdi, çok kısa bir zaman aralığı için tekrar kafamızı Orta Asya’nın bu en büyük ülkesine çevirdik. Olaylar sönümlenirse, Kazakistan’daki ayaklanmanın kısa sürede unutulacağını tahmin edebiliriz. Hazır mesele sıcaklığını koruyorken bir iki kelam etmek için bu fırsat penceresini kullanalım.
Bu yazının kapsamı içerisinde Kazakistan siyasetine ilişkin detaylı bir değerlendirme yapmayacağımı, bunun için gerekli uzmanlığa sahip olmadığımı belirterek başlayayım. Ancak bu, krizi küresel siyasetin dinamikleri açısından incelememize engel değil. Neticede yeni bir Soğuk Savaş’ın gündemde olup olmadığı tartışılırken Kazakistan krizi karşılaştırma için önemli bir imkân sunuyor.
Bu tür toplumsal olayları sadece ‘uluslararası aktörlerin tezgahları‘yla açıklamaya çalışanları aşırı derecede sinir bozucu bulduğumu belirterek başlayayım. Bütün toplumsal olaylar temelden gelen dinamiklerden beslenir ve harekete geçerler. Gezi protestolarını, Arap Baharı’nı ve benzer halk hareketlerini sadece dış güçlerin kışkırtmaları üzerinden açıklayanlar, olaylardaki sorumluluklarından kaçınmak isteyen siyasetçiler ve onların aparatçiklerinden başkası değil. Kazakistan’daki toplumsal hareketi de bölgeyi yakından takip edenler seçkinlerle, halk kitleleri arasındaki eşitsizlikle, toplumun çoğunluğunun içinde bulunduğu yoksunluklarla açıklıyorlar. Bir halk hareketi sadece ekonomik faktörlerle oluşmak zorunda değil ama Fransız Devrimi’nden 1848’e, oradan Bolşevik Devrimi’ne değin geri dönüp baktığımızda maddi yoksunlukların siyasi bir barut fıçısı yarattığını söylemek mümkün.
Anlaşılan içinde bulunduğumuz küresel ekonomik koşullar dünyanın birçok coğrafyasında halklar üzerinde basınç yaratmaya devam edecek. Salgınla beraber ağırlaşan koşullara, ekonomi politikalarını yürütenler enflasyon yoluyla toplumları vergilendirmek tercihiyle cevap verdiğinden, benzer durumlarla karşılaşmak şaşırtıcı olmayacak. Bilhassa artan gıda fiyatlarının toplumsal huzursuzluğu körüklemesi beklenen bir durum. Demokratik ülkelerde bu basınç iktidardaki partilerin sandıkta boyunun ölçüsünü almasıyla gerçekleşecek, otoriter rejimlerde ise düdüklü tencerenin patlaması gibi durumlarla karşılaşmaya devam edeceğiz. Bağımsızlıktan sonra neredeyse otuz yıl Nazarbayev tarafından yönetilen, bugün de onun takipçisi Tokayev’in yüzde doksanların üstünde oy alarak yönettiği Kazakistan’ın ikinci kategoride olduğunu söyleyebiliriz.
Konuya sadece toplumsal talepler ve bunların demokratik bir biçimde ortaya konulabilmesi üzerinden bakacak olsaydık tartışma burada biterdi. Ancak bir de işin jeopolitik düzlemdeki yansıması var. Arap Baharı olarak nitelendirilen olaylar patlak verdiğinde, Türkiye’de iktidar bunu bölgenin demokratikleşmesi, halktan yetki almayan yöneticilerin artık miadının dolması şeklinde yorumladı. Bu bakış açısına göre artık Soğuk Savaş koşullarının Ortadoğu’da da sona ermesi ve seçilmiş, halk desteğine sahip yöneticilerin göreve gelmesi gerekiyordu. Bir ilke sorunu olarak ortaya konulan bu yaklaşım Türkiye’nin bölgedeki rakiplerince anlayışla karşılanmadı. Çünkü madalyonun bir tarafında toplumsal talepler varken diğer tarafında bölgesel güç dengelerinin değişmesi söz konusuydu. Körfez ülkeleri, İran, Rusya ve hatta birçok Batılı ülke olan biteni yeni oluşan konjonktürün kendileri açısından sonuçları üzerinden okudular. Haliyle sonuç kanlı bir hayal kırıklığı oldu.
Bugün Kazakistan’da olan biteni bir yandan halkın kızgınlığı üzerinden anlamaya çalışırken, diğer yandan neticenin daha çok bölgede etkin aktörlerin hamleleri üzerinden belirleneceğini öngörebiliriz. Tokayev’in, Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nü yardıma çağırması ve sonrasında başta Rusya olmak üzere ittifak üyesi ülkelerin askerlerinin olayları kontrol altına almak için ülkeye gelmesi filmin sonuna ilişkin bir fikir veriyor. Batılı ülkelerin Kazakistan’a bir askeri müdahalesi söz konusu olamayacağı için bu huzursuzluğun güç kullanılarak bastırılması en olası senaryo.
Ancak bu ihtimalin gerçekleşmesi saatin geri alınabileceği, bu ayaklanma hiç yaşanmamış gibi hayatın devam edeceği anlamına gelmiyor. Soğuk Savaş yıllarında benzer bir dengenin Doğu Avrupa’da kurulmuş olması önümüzdeki sürece ışık tutabilir. Soğuk Savaş süresince Sovyetler Birliği uydu ülkelerden oluşturduğu bir tampon bölgeyi askeri güç kullanarak elinde tutmuştu. Brejnev doktriniyle de ortaya konulduğu üzere bu güvenlik kuşağını oluşturan ülkelerden herhangi birisinin Batı ittifakına doğru kayması halinde de güç kullanılarak müdahale edilecekti. Bu teorik çerçeve, 1956’da Macaristan’da ve ardından 1968’de Çekoslovakya’da uygulanan, güç kullanarak peyk ülkelerin çizgi dışına çıkmasının engellenmesini açıklamaktaydı. Sovyetler Birliği askeri müdahaleler yoluyla Doğu Avrupa’daki tampon bölgeyi elinde tutmayı başarabiliyordu ancak bu politika Moskova’yı kendi kurduğu duvarın arkasında yalnızlaştırıyor, manevra yeteneğini kısıtlıyordu. ABD, her iki olayda da hareketsiz kalmıştı, öte yandan oluşan siyasi durumdan istifade etmediği söylenemezdi.
Soğuk Savaş Moskova’nın Doğu Avrupa’da kurduğu tampon bölgeden vazgeçmesiyle sona erdi ve kaba kuvvetle kurulan duvar arkasındaki dayanak çekilir çekilmez yerle bir oldu. NATO ve AB, eski Doğu Bloku ülkelerini içine almakla kalmadı, üç Baltık Cumhuriyeti’ni de bünyesine katarak Moskova’nın sinir uçlarına dokunmayı sürdürdü. Bu ilerleme devam edip, Kafkaslarda Gürcistan kriziyle ve daha sonra 2014’te Ukrayna’da Batı yanlısı bir iktidarın yönetime gelmesiyle kalıcı bir gerilime dönüştü. Kazakistan’da işbaşındaki hükümetin Rusya’yı müdahaleye davet etmiş olması, uluslararası hukuk açısından Moskova’nın Ukrayna’daki duruma göre daha rahat bir tutum almasına olanak sağlıyor. Öte yandan önümüzde Soğuk Savaş yıllarında Sovyetler’in Doğu Avrupa’daki müdahalelerine benzeyen bir örgü belirginleşiyor.
Buna göre Rusya, arka bahçesi olarak nitelendirdiği bölgede askerî ve siyasi açıdan etkinliğini sürdürüyor ve bu coğrafyada Moskova’ya rağmen oyun kurulamıyor. Ancak dikkat çeken en önemli nokta, aynı Doğu Avrupa’da Soğuk Savaş yıllarında yaşandığı gibi Moskova’nın etkisi giderek daha fazla askeri güç üzerinden sağlanabiliyor. Rusya, kendi etki alanındaki bölgelerde, Belarus ve bugün Kazakistan’da olduğu gibi, halkla iktidar arasında yaşanan çatışmalarda kendi adamlarını güç kullanarak iktidarda tutmayı becerebiliyor. Fakat bu müdahaleler Moskova’yı yarım yüzyıl önce Doğu Bloku ülkelerinde yaşandığı gibi toplumlarla karşı karşıya getiriyor ve sadece eski Sovyet cumhuriyetlerinde değil, daha geniş bir coğrafyada hareket kabiliyetini sınırlıyor.
Henüz seksenlerin sonunda yaşandığı gibi Rusya’nın direnç noktalarından geri çekilmesi söz konusu değil. Bilakis Putin, Batı’nın kendi etki alanına doğru genişlemesine tepki göstereceğini açıkça ifade ediyor. Yine de bu pozisyonun edilgen olduğu, Rusya’yı gelişen olayların peşinden koşmaya yönelttiği çok açık. Gündemimiz Kazakistan olduğuna göre Orta Asya’ya özel bir ilgisi olan Çin’i de ayrıca değerlendirmek gerekiyor. Bu uzun konuyu ayrı bir yazıda ele alacağım ama şimdilik şunu söylemekle yetineyim: Sadece ABD’yle rekabet üzerinden Rusya’yla Çin arasında jeopolitik bir uyum olduğu görüşüne çok uzağım. Tenten önümüzdeki haftalarda yeni bir coğrafyada ortaya çıkarken bu konuyu açacak bir fırsat da umarım çıkacaktır.