CANAN COŞKUN
canancoskun2@gmail.com
@canancoskun
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) açılışının 100’üncü yıldönümünde muhalefet partileri Türkiye’nin rejim krizinde olduğu görüşünde. 16 Nisan 2017’deki anayasa değişikliği referandumuyla cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişte, parlamenter sistemin daha hızlı, daha etkili ve daha istikrarlı kararlar alınmasına engel olduğu iddia edilmişti. Ancak yeni rejimin üçüncü yılında Türkiye, kararnamelerle yönetilen bir ülke haline geldi.
Sistemin eksikliklerinin ve parlamenter sisteme dönüş yollarının ele alındığı söyleşimizin birinci kısmında Bağımsız Milletvekili Cihangir İslam ve CHP İstanbul Milletvekili Turan Aydoğan sorularımızı yanıtlamıştı. Söyleşinin ikinci kısmında ise Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı ve İstanbul Milletvekili Erkan Baş ve HDP İstanbul Milletvekili Musa Piroğlu Diken’in sorularını yanıtladı.
‘Karanlık ve kokuşmuş düzene karşı mücadele ediyoruz’
İktidar ve iktidar ortağı partiye oy vermeyen yüzde 50’lik kesimin sorumluluğunu taşımak sizi nasıl etkiliyor?
Erkan Baş: Ülkemizdeki ilerici muhalefet dinamiğinin tümünün temsilcisi olmak gibi bir sorumlulukla karşı karşıya olduğumuzun bilincindeyiz. Ama bunun kişisel sorumluluk kısmı değil önemli olan. Önemli olan Meclis’teki rollerimizin ülkenin ilerici, eşitlikçi, halkçı dinamiğinin temsilcisi olup olmaması. Biz de en baştan bu yana bunu hayata geçirmeye, Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin temsilcisi olmaya uğraştık, uğraşmaya da devam ediyoruz.
Yani muhalefet etmeyi Meclis’e gidip kendi fikirlerimizi söylemekten ibaret bir şey olarak görmüyoruz. Orada bize verilen kürsüyü işçi ve emekçilerin konuştuğu, onların seslerinin duyulduğu bir mecra olarak değerlendiriyoruz. Ve, en önemlisi budur, sadece temsil etmek veya halkın sesini duyurmak değil emekçilerin bu karanlık ve kokuşmuş düzene karşı mücadelesinin parçası olmak için çaba harcıyoruz. Bu mücadele ve bunun somut araçları yaratılmazsa, fazla yol alamayacağımızın bilincindeyiz.
‘Bu iktidar sadece zenginlerin ve patronların çıkarını temsil ediyor’
Musa Piroğlu: İktidar görüntüde halkın yüzde 50’sini temsil eden bir çoğunluğa yaslansa da karakter itibarıyla bu yüzde 50’nin çok küçük bir kısmının çıkarlarını temsil etmektedir. Ülkenin talihsizliği de burada yatmaktadır. İşçi sınıfı ve yoksulların büyük kısmının oyunu alarak seçilen bu iktidar ne yazık ki sadece zenginlerin ve patronların çıkarını temsil etmektedir.
Biz sadece HDP’ye oy veren insanların sorunlarını ve çıkarlarını temsil etmiyoruz. Baskı altındaki Kürt halkının tümünün, sömürülen işçilerin, erkek şiddetine uğrayan kadınların, ötekileştirilip baskı altına alınan tüm toplumsal kimliklerin, Alevilerin, Ermenilerin, Süryanilerin, LGBTİ+ bireylerin sorunlarına sahip çıkıyor, taleplerini dile getiriyoruz. Bu ağır bir sorumluluktur. Biz kendimizi tüm ezilen halklar ve işçi sınıfının sözcüsü olarak görüyor, derdimizi onlara anlatmaya çalışıyoruz. İktidara karşı iktidara oy veren yoksul halkların da sözcülüğünü yapıyor, sorunlarını dile getiriyoruz.
‘Bu sistem istikrarsızlık için elinden geleni yapıyor’
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi getirilirken parlamenter sisteme göre daha hızlı, daha etkili ve daha istikrarlı bir sistem olacağı iddia edilmişti. İddia edildiği gibi üç yılda ülke daha hızlı, daha etkili ve daha istikrarlı kararlarla mı yönetiliyor?
E.B.: Bizim iddiamız, bu sistemin istikrar getiremeyeceği değil, istikrarsızlık için elinden geleni yapıyor olduğudur. İstikrarsızlık, AKP açısından hem geniş toplum kesimlerini kutuplaştırmanın hem de ana muhalefeti pasifize etmenin etkili araçlarından biri hâline gelmiş durumda. Dolayısıyla, bu düzende ne istikrar beklenmelidir ne de normalleşme. Türkiye süreklileşmiş olağanüstü hâl koşullarına sokulmuştur ve bu düzen yıkılmadıkça bundan çıkış mümkün değildir.
İkinci olarak ise, ‘istikrar’ sözcüğünün ne anlama geldiğini sorgulamamız lazım. Eğer istikrar, devletin otoriter yönelimlerinin bir bir hayata geçmesiyse, sermaye sınıfının kârının sürekli artması ve halkın emeğine el koyulması ise, emperyalist operasyonlar çerçevesinde bölgemizin terörize edilmesi ise, istikrar bunlar gibi şeylerse, bu düzenin kendi istikrarını kurmuş olduğunu söyleyebiliriz. ‘Saray rejimi’ adını verdiğimiz sistemin, düzenin tüm aktörlerini öyle ya da böyle tatmin etmesi de bundandır. Ama bu ‘istikrar’ sadece iktidarın, sermaye sınıfının, gericiliğin ve emperyalizmin çıkarlarını ifade etmektedir. Halk için, emekçiler için istikrar, en büyük istikrarsızlık kaynağı olan bu düzeni yıkmadan mümkün değildir.
‘İktidar ayakta kalmak için sürekli gerilimler üretiyor’
M.P.: Siyasal iktidar açısından istikrar, kendi yönetiminin kalıcı bir şekilde devam etmesinden başka bir anlam taşımayan boş bir propaganda söyleminden öte bir şey değildir. Tam tersine iktidar ayakta kalmak için sürekli gerilimler üretmek durumunda kalıyor. Halka baskı, yoksulluk ve sefalet dışında başka hiçbir şey vaat etmeyen bir iktidarın ayakta kalmasının temel yolu, temel yaşamsal çelişkilerin görünmez kılınacağı gerilimler üretmekten geçer. İçeride ve dışarıda savaş, düşmanlık ve kriz, iktidarın bir yönetim şeklidir. Bu bir yönetememe durumu değil, ülke yönetmek için bulunan bir yöntemdir. Bu gerilimin ve krizin faturasını ne yazık ki haklarımız ödemektedir. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen tek adamlık rejimi bunun yürütülebilmesine aracı olarak düşünülmüştür.
‘Bu sisteme Erdoğan’ın diktatörlük hevesi nedeniyle geçildi’
Anayasa hukukçusu Kemal Gözler’in cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin uygulama bilançosuna ilişkin çalışmasında 16 Nisan 2017’den itibaren bir buçuk yılda 24 adet cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarıldığı, bu kararnamelerde değişiklik yapmak için de 31 adet kararname daha çıkarıldığı belirtiliyor. Bu kaos durumu bize sistemin hedeflediği uygulamaları hayata geçiremediğini de gösteriyor. Peki o zaman bu sisteme niye geçildi?
E.B.: Bu sisteme Erdoğan’ın diktatörlük hevesi nedeniyle geçildi. Kendisini tanrısal bir güç gibi gören, sözünün sorgulanmasını asla kabul etmeyen bir kişi olarak Erdoğan için en uygun yönetim biçimi bu. İronik olan yanı ise, tüm gücü elinde bulundurmak isteyen şahıs, esasında o kadar beceriksiz ve liyakatsiz birisi ki, eline geçirdiği güçle insanları hapse attırmak, işinden çıkartmak, hakaret ve küfür etmek dışında hiçbir şey yapamıyor. Devlet yönetiminin ve kurumsal yapısının tüm fonksiyonlarını iflas ettirmiş bir işleyişten söz ediyoruz.
Yine de meseleyi sadece Erdoğan’ın kişisel özellikleriyle açıklayamayız. Şu soruyu da sormak gerekiyor: Erdoğan’ı kimler destekledi? Kimler, bu şahsın diktatörlüğünden nemalanacağını düşündü? İşte böyle sorunca, tek suçlunun Erdoğan olmadığını, haliyle sadece Erdoğan gidince tüm sorunların da çözülmeyeceğini görebiliyoruz. Örneğin, yürütmenin hızlanması ve yargı ile yasama engellerine takılmaması, özelleştirme meraklısı sermaye sınıfının neden işine gelmesin? Komşumuz Suriye’de bir iç savaşın tetiklenmesi, dış pazarda egemenlik sahası arayan sermaye sınıfının neden işine gelmesin? İşçinin tazminat, sosyal güvenlik, adil ücret hakkının devlet tarafından ortadan kaldırılması, greve çıkan işçinin üzerine polisin saldırtılması neden sermayenin işine gelmesin? Bu liste uzatılabilir. Ancak görmemiz gereken şudur: Evet, Erdoğan diktatörlük hevesini tatmin etmek için bu sistemi dayatmıştır. Ama sermaye sınıfı ve onların uluslararası işbirlikçileri de bu hevesten kendi ceplerini doldurmak için yararlanabileceğini görmüş ve bu nedenle Erdoğan’ı sürekli desteklemiştir.
O halde, Erdoğan’la olduğu kadar onu destekleyenlerle, ona bu yolu açanlarla da mücadele etmek zorunluluktur. Bizim açımızdan, Türkiye’nin işçi ve emekçileri açısından, bu düzenin tüm sahipleri suç ortağıdır ve hiçbirinin bu suçlarının unutturulmasına da izin vermeyeceğiz.
‘Kaos iktidarın varlık gerekçesidir’
M.P.: Kaos, bu iktidarın nefes almasını sağlayan temel ortamdır. İktidar bloğu, kaos yaratarak iktidara geldi ve kaos yaratarak ayakta kalıyor. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine giden süreç 7 Haziran seçimleri sonrasında Suruç katliamıyla başlayıp Ankara katliamıyla devam ettirilen bir dizi katliam da bu süreç içerisinde gerçekleşmiş, kentler yıkılmış ve tüm ülke âdeta bir savaş konseptinde teslim alınmıştır.
OHAL, başarısız bir darbe girişimi sonrası ortaya çıkan kaotik durumun iktidar tarafından nasıl kullanışlı enstrümana çevrildiğinin en bariz örneğidir. Kaos ayrıca HDP dışında kalan muhalefetin iktidar politikaları doğrultusunda teslim alınmasını da sağlamakladır. Dokunulmazlıkların kaldırılmasından Kürt halkına düşmanlık politikalarına kadar HDP dışındaki muhalefet, her kritik konuda iktidarla aynı düzlemde kalmıştır. Bu sistem sadece halklara karşı suç işlemenin imkânlarını hızlandırmış, bu suçları gizlemenin olanaklarını pekiştirmiştir. Kaos iktidarın varlık gerekçesidir.
‘Bu sistem sandıkla gelenin sandıkta gitmemesinin aracıdır’
Yeni sistem devletin kılcal damarlarına kadar sızdı mı? AKP içindeki hizipler parlamenter sistemin işlemesini engelliyor mu?
E.B.: Yeni sistemin devleti tümüyle kontrol ettiğini söyleyebiliriz, ancak bu devlette ve AKP içinde farklı ekiplerin ve onların güç mücadelesinin olmadığı anlamına gelmiyor. Bu her ülkede, her dönemde olan bir şeydir. İktidar, her zaman belirli ittifaklar barındırır. Bunlar zaman zaman uyum içinde çalışır, zaman zaman da bu uyum bozulur ve çatışmalar gün yüzüne çıkar. Önemli olan, bu uyumun nasıl ve hangi koşullarda bozulduğunu anlamaktır.
Bir genel ilke olarak, iktidar, meşruiyetini yitiriyorsa ve karşılaştığı sorunlarla baş etmekte üst üste beceriksizlikler sergiliyorsa, farklı ekipler arasındaki çatışma büyür ve görünür hale gelir. Çünkü her ekip, başarısızlığın sorumluluğunu üzerinden atmak ve başka ekipleri günah keçisi haline getirmek ister. Türkiye’de olan da budur: Soylu’nun istifasına ancak bu açıdan bakarsak anlamlı sonuçlar çıkarabiliriz. Olayın magazinel boyutlarına değil, açığa vurduğu çatışmalara ve iktidarın yaşadığı sıkışmalara bakmak gerekir.
AKP iktidarı bir süredir görülen bir meşruiyet kaybı içindedir ve bu süreç katlanarak sürmektedir. Son Covid-19 salgınında sergilenen performans da büyük skandallarla doludur ve iktidarın halk nezdinde giderek suçlu konumuna gelmesi söz konusudur. O zaman bunun sorumluluğunun birilerine yıkılması gerekecektir. İşte Soylu’nun istifası sürecinde yaşananlar bununla ilgilidir. Gerçek bir muhalefetin de istifa olayının kendisinden çok buna mecbur bırakan siyasal meşruiyet kaybına odaklanması gerekir. Yoksa, bu ekipler arasındaki çatışmanın parlamenter sistemin işleyişini engellemesi söz konusu değildir. Söz konusu olan, parlamenter sistem gibi ülke yönetiminin temel aygıtını devreden çıkaran bir iktidarın, yarattığı ve sorumlusu olduğu tüm sorunlar için kendi içinden kimi kurban vereceğidir. Türk tipi başkanlık sistemi böylesi bir kendiliğinden yıkımı önlemenin sigortası olarak getirilmiştir. Bu sistem sandıkla gelenin sandıkta gitmemesi için bütün araçların sonuna kadar kullanabilmesinin bir aracıdır.
‘Mesele toplumsal muhalefet güçlerinin bütünlüklü irade ile hareket etmemesinde’
M.P.: Ortada aslına uygun bir parlamenter yapı kalmadığı için iktidar bloğu içerisinde yaşanan çatışmaların parlamenter işleyişi sekteye uğratması da söz konusu değildir. İktidar bloğu kendi içindeki bütün çatlak ve çatışmalara rağmen bütün kritik kararlarda ortak davranmayı becermekte ve parlamentoyu içi boş bir onay makamına çevirmektedir. İktidar bloğu içindeki çatışma esas olarak kendini devlet aygıtları içerisinde üretmektedir. Bu baskı aygıtı KHK marifetiyle yüzbinlerce insanı işten atarak kendini oturtmaya çalışsa da hâlâ bir bütün olarak bu yapıyı kontrol altına aldığını söyleyebilmek için elimizde bir veri bulunmamaktadır. Mesele toplumsal muhalefet güçlerinin, hem iktidarın kendi acizlikleri, halka karşı işlediği suçlar ve yol açtığı krizler hem de iç çatışmalarda bu çatışma ve çatlağı derinleştirerek iktidarı sallayacak ve yerinden edecek bir bütünlüklü iradeyle hareket etmemesindedir.
‘Ülke bu haldeyse bunda tüm sağ siyasal öznelerin katkısı var’
Parlamenter sisteme geri dönmek için geç mi? Bunu merkez sağ partilerle yapmak mümkün mü?
E.B.: Türkiye artık geri gidemez, o kadar geri düştük ki, ancak çok ileri sıçrayarak yaşanabilir bir ülke haline gelebiliriz. Türkiye’nin bir rejim sorunu olduğu gerçektir. Ancak bu rejim sorununu sadece ‘parlamenter sistem’ adı altında ele almak eksik bir yaklaşım olur. Yani Türkiye’de eksik olan tek şey parlamento ve onun işleyişi değildir. Türkiye, yeni bir rejime, ama işçilerin ve emekçi halkın çıkarları tarafından tanzim edilmiş bir rejime ihtiyaç duymaktadır. Bunun içinde parlamenter sistem de vardır elbette, ancak parlamentonun sermaye sınıfının temsilcileriyle doldurulması ihtiyaç duyduğumuz şey değildir. Bu açıdan, biz, Türkiye İşçi Partisi olarak, mevcut düzenin a’dan z’ye yıkılması ve işçi sınıfının çıkarları çerçevesinde yepyeni bir rejimin, adlı adınca yeni bir ülkenin kurulması için mücadele ediyoruz.
Bu mücadelede sağ siyasal öznelerle ittifak veya işbirliği, bize göre, söz konusu bile edilemez. Bu sadece son derece zararlı bir girişim olmakla kalmaz, aynı zamanda imkansızdır da. Türkiye’yi son 50 yıldır yöneten, bugün karşı karşıya olduğumuz musibetlerin hepsinin tohumlarını atan, ülkedeki gericiliği ve sermayeperverliği bizzat üreten ve sahiplenen bir siyasal geleneğin yeni bir ülkenin kuruluşunda pay sahibi olması saçmadır. Sağ siyasal özneler, yeni bir ülkenin kurulmasında değil, mevcut koşulların yaratılmasında pay sahibidir ve bu nedenle de hesap vermelidirler. Tek sözcükle: Bugün yaşadığımız ülke bu haldeyse, bunda tüm sağ siyasal öznelerin katkısı vardır. Onlara söyleyeceğimiz tek şey şudur: Hepiniz oradaydınız.
‘Yüzümüzü sağa değil, emek ve demokrasi güçlerine dönüyoruz’
M.P.: Biz meseleyi iktidarın, sermayenin bir fraksiyonundan diğerine geçmesini sağlayan bir düzlemde ele almıyoruz. Verili haliyle parlamenter yapı bu işlevi görmektedir. Şimdiye kadar işçi sınıfı ve ezilen halklara karşı pek çok katliam parlamenter yapılar çatısı altında işlenmiş, parlamentolar halka karşı saldırıların maskesi olmuştur. Bizim sağla ayrımımız sınıfsal duruşumuzla alakalıdır. Biz egemenlerin ve onların yönettiği bir dünyanın karşında ezilenlerin ve ezilenlerin yönettiği bir dünyadan yanayız. Esas olarak sosyalistler işçi sınıfı ve ezilenlerin sınıfsal çıkarlarının vücut bulduğu üretenlerin yönettiği sınıfsız sömürüsüz bir dünyadan yanadır.
Bizim için temel mesele halkın iradesinin doğrudan yönetime yansıyıp yansımadığı, üretenlerin yönetip yönetmediği meselesidir. Böyle bakıldığında bizim için mesele parlamentonun geri gelmesi değildir. Bizim için mesele halkların iradesinin yansıdığı, gerçek anlamıyla hakların yönetiminin kurulması meselesidir. Emek ve demokrasi güçlerinin başarısının Kürt halkıyla ortak bir mücadeleden geçtiğine inanıyor, bu birlikteliği kurmak için çabalıyoruz. Yüzümüzü sağa değil, emek ve demokrasi güçlerine dönüyoruz.