
MURAT SEVİNÇ
Saltanat 100 yıl önce bugün, 1 Kasım 1922’de kaldırıldı.
Savaş yılları, bir yandan heyecan verici bir süreç, diğer yandan tüm boyutlarıyla kavraması kolay değil. Siyasal, ekonomik, toplumsal, düşünsel, bireysel alanlarda büyük bir altüst oluş söz konusu. İmparatorlukların dağıldığı, yeni devletlerin, ulus-devletlerin kurulduğu yıllar. Çarlık Rusyası’nda Bolşevik Devrimi ve iç savaş, Alman, Avusturya-Macaristan imparatorlukları dağılmış, I. Dünya Savaşı ardından ortalık toz duman ve yüz yıllık dağılma sürecinin ardından elde kalan Osmanlı toprağı işgal tehdidiyle karşı karşıya. Mondros imzalanmış, buna mukabil ülkenin muhtelif bölgelerinde yerel kongreler filizlenmiş, Bülent Tanör’ün ‘yerel kongre iktidarları’ başlığı altında anlattığı oluşumlar, Anadolu insanı, yerel düzeyde direnç sergiliyor.
1919 Mayıs’ında, başta Mustafa Kemal olmak üzere, aşağılanmayı reddeden birileri çıkıp işgali engelleme, dağınık durumdaki halk direncini, yerel kongreleri ve irili ufaklı askeri birlikleri örgütleme işine girişiyor. İlk anayasal belge, Amasya Tamimi. Sonrası, yeni bir devletin kuruluş macerası, devletleşme süreci. Devletleşme, 1924’teki ilk Cumhuriyet anayasası ile büyük ölçüde tamamlanıyor. 1918-24 arasında yalnızca işgalcilere karşı değil, içeride de büyük bir mücadele veriliyor.
Tarihi, ‘kahramanlar’ ve ‘hainler’ karşıtlığıyla okumak zorunda değiliz takdir edersiniz. Yukarıda altını çizdiğim gibi, farklı ve birçoğu silahlı grubun birbirini alt etmeye çalıştığı bir dağınıklık devrinde farklı görüşler olmasında, her ideoloji mensubunun hayalindeki devlet/ülke uğruna mücadele vermesinde yadırganacak bir durum yok. Burada, uzlaşmazlıkların çoklukla ‘milli mücadele taraftarları’ arasında olduğunu hatırlamak gerekiyor belki de. Sonunda Mustafa Kemal Paşa ve onun yanındakiler galip geldi, Saltanat ve bir süre sonra Hilafet kaldırılıp Cumhuriyet’e geçildi.

1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla, o Cumhuriyet’in olgunlaşma yıllarında eşit yurttaşlık idealine ulaşılamaması ve demokrasinin palazlanamadığı gerçeklerini, birbirinden ayırarak düşünmekten, ele almaktan yanayım. Saltanat’ın kaldırılması ve Cumhuriyet’e geçiş çok değerli. Kuruluş sürecine yönelik her eleştirinin ihanet ithamıyla karşılanması ve hamasete düşünce muamelesi yapılmasındaki sağlıksızlığı kavramak ise, soğukkanlı düşünüş ve olup biteni kavramak için şart. Yalnızca bir örnek: Savaş’ın ilk ‘anayasal belgesi’ olup “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” diyen Amasya Tamimi, 22 Haziran 1919 tarihli. Onaylayanlar, Ali Fuat Paşa, Rauf Bey, Refet Bey, Ali Fuat Bey, Kazım Karabekir gibi isimler ve bir süre sonra Mustafa Kemal Paşa ile yolarını ayırdılar ve önce meclis içinde ayrı bir gruba, ardından muhalefet partisine dönüştüler. Anlatabildiğimi tahmin ediyorum.
Dağılma, kurtuluş ve kuruluş süreci, her bakımdan çatışmalı, karmaşık. Bir devlet çökerken yerine ne kurulacak, Saltanat ve Hilafet’in, özellikle ikincisinin durumu ne olacak, kimlerle ittifak yapılacak ve sonrasında o ittifak nasıl sürdürülecek, ya da sürdürülecek mi, nasıl bir hükümet sistemi kurulacak, Osmanlı’dan elde kalan tebaaya ne denilecek, hangi isim verilecek, İslam dini yeni kurulacak sistemin neresinde bulunacak, ya da yer verilecek mi, Saltanat-Hilafet ve din arasındaki kökleşmiş bağ nasıl çözülecek, yeni devletin ideolojisi, bugünkü terminolojiyle ‘kuruluş ayarları’ ne olacak, devlet hangi ideolojik ve hukuksal temeller üzerine inşa edilecek…
Tüm bu ve başkaca sorular, yalnızca siyasi değil, düşünce dünyasında da yer bulmuştur kuşkusuz. Özellikle Balkan Savaşı’yla ‘keşfedilen’ Türkçülüğün düşünürleri Yusuf Akçura’dan Ziya Gökalp’e, Ağaoğlu’na ve diğerlerine, ama özellikle Gökalp’in düşüncesine yansıyan Osmanlı-Türk düşüncesi ve ‘kültür-uygarlık’ ayrımına dayandırdığı ‘inkılaplar’ meselesi, kuruluş aşamasının merkezinde yer aldı. İslamlaşmak, Türkleşmek, Batılılaşmak arasında nasıl bir denge kurulacak, hangisi öne çıkacak? Sonunda yeni rejimin, İslamcılığa meyletmeyen bir Müslümanlık (Diyanet eliyle), Turancılıkla mesafe koyan bir Türkçülük ve paçasını emperyalizme kaptırmayacak bir Batıcılık ‘sentezine’ dayandığını söylemek çok yanlış olmaz. Günümüz Türkiye’sindeki ‘ideal’ yurttaşın, söz konusu bu üç niteliğe ‘kararında’ sahip olduğunu gözlemlemek mümkün sanırım. ABD’deki ‘wasp’a karşılık, Baskın (Oran) Hoca’nın ‘lahasümüt’ dediği formül: laik, Hanefi, Sünni Müslüman Türk.
Bunları neden anlatıyorum? 1920’lerde herkes aynı kanıda değildi, muhalif olanlar da tekmili birden hainlik filan yapmıyordu, bağımsızlıktan yana olup, kurulacak devletin taşıyacağı nitelikler konusunda farklı kanıda olanlar vardı. O çatışmadan galip çıkan ve öyle görünüyor ki tarihin yönünü daha iyi okuyan, Mustafa Kemal ile yanındakiler oldu.
Hal böyleyken, Saltanat’ın kaldırılması da tartışıldı, itirazlar yükseldi. Düşünce akımları arasında en güçlü olanlardan biri İslamcılık/muhafazakârlık ve yüzlerce yıllık bir teokratik devletin (teokratik niteliğin boyu posu üzerinde hiçbir zaman görüş birliği olmasa da) kalıntılarından söz ediyoruz. Bu düşünce için Saltanat, özellikle Hilafet önemli ve gerek basındaki gerekse Meclis’teki tartışmalarda, Hilafet’in ‘Hilafet’ olabilmesi için bir Saltanat’a ihtiyacı olduğu sık dile getirilmiştir. Unutmadan, Savaş dönemi anayasası olan 23+1 maddelik 1921 Teşkilat-ı Esasiye’nin ‘Ek maddesine’ göre, Meclis, amacına ulaşana dek toplanık halde kalacak. Amacı nedir peki? Anayasa, 5 Eylül 1920 (1336) tarihli Nisabı Müzakere Kanunu’nun (no.18) ilk maddesine atıf yapar. O madde şöyle der: “Büyük Millet Meclisi, Hilafet ve Saltanatın, Vatan ve Milletin istihlas (kurtuluş) ve istiklalinden ibaret olan gayesinin husulüne (gerçekleşene) kadar şerait-i atiye dairesinde müstemirren (devamlı) inikat (toplanma) eder.”
Başlangıçta amaç, Hilafet ve Saltanat’ın kurtarılması olarak açıklanmıştır. Bunun, Mustafa Kemal’in zihninde, ‘koşulların gereği’ olduğu malum. Mustafa Kemal’in idealini hayata geçirmesinde hem pragmatizminin, hem İstanbul hükümetinin işgalcilerle işbirlikçi tutumun payı oldu.
1 Kasım 1922 günü geldiğinde, Sevr’i kabullenen ve hatta öncesinde Mustafa Kemal hakkında ‘katli vaciptir’ fetvası çıkarttıran, 11 Mayıs 1920’de ‘gıyabında’ yargılatıp onu ölüme mahkûm ettiren Saltanat ‘sahibinin’ savunulacak bir yanı kalmamış, savaşın askeri cephesi TBMM’nin zaferiyle sonuçlanmıştı. Dolayısıyla Mustafa Kemal’in eli güçlüydü. İngilizlerin 27 Kasım’da başlayacak Lozan’a İstanbul’u da davet edişi, son Sadrazam Tevfik Paşa’nın ‘birlikte katılma’ önerisi Ankara tarafından şiddetle reddedilerek “Türkiye Devleti yalnız ve ancak TBMM Hükümeti tarafından temsil olunur” yanıtı verilmiştir. Ezcümle, o tarihte saltanatın kaldırılması için koşullar son derece uygun.
Buna karşın, gerek basında gerekse Meclis’te sert tartışmalar yaşanmış, Vahdettin’in savunulacak bir yanı kalmamış olsa da bir kurum olarak ‘Saltanat’ yanlıları epey çaba harcamıştır. O evrede, Mustafa Kemal’in Saltanat ve Hilafet hakkında ‘gerçekte’ ne düşündüğü de iyice belirginleştiği için, muhalif vekillerde bir şaşkınlık ve endişe olduğu açık.
Sırayla gidelim:
Önce arka arkaya iki karar (307 ve 308 numaralı) alındı. İlki, 30 Kasım 1338 (1922) gün ve 307 sayılı, “Osmanlı İmparatorluğunun İnkıraz Bulup, TBMM Hükümeti Teşkil Ettiğine Dair Heyet-i Umumiye Kararı.” İmparatorluğun sona erdiğine, yerine BMM Hükümeti kurulduğuna, yeni Türkiye hükümetinin Osmanlı İmparatorluğu yerine geçtiğine (kaim olduğuna), onun milli sınırları içinde yeni ‘varisi’ olduğuna, idarenin BMM memurlarına bırakılması gerektiğine ve Türk Hükümetinin meşru hakkı olan Hilafet’i, esir bulunduğu ecnebilerin elinden kurtaracağına, karar verildi.
İkinci karar, 1-2 Kasım 1338 (1922) gün ve 308 karar numaralı, “TBMM’nin Hukuk-ı Hakimiyet ve Hükümraninin Mümessil-i Hakikisi Olduğuna Dair Heyet-i Umumiye Kararı.” 1 Kasım’da Mustafa Kemal, TBMM’de Hilafet’in tarihi ve Saltanat’ın neden kaldırılması gerektiği üzerine uzun ve etkileyici bir konuşma yaptı, özellikle Vahdettin için (diğer meclis üyelerinin de katılımıyla) epeyce ağır ifadeler sarf etti.
Osmanlı Saltanatını kaldıran kararda uzunca bir gerekçe-açıklamaya yer verilmiştir. Özetle: Birkaç asırdır, Saray ve Babıali’nin ‘cehalet ve sefahati’ nedeniyle devlet felaketler yaşamış, sonunda Türk milleti Meclis ve ordusuyla Anadolu’da dış düşmanlara ve işbirlikçileriyle mücadele etmiş, 1921 Anayasası’nın birinci maddesi ile egemenliği padişahtan alıp bizzat millete vermiş ve aslında o tarihten itibaren eski Osmanlı İmparatorluğu tarihe karışmış, yerine yeni bir Türk Devleti kurulmuş, padişahlığın yerini ise BMM almıştır. Millet bir halk hükûmeti tesis etmiştir. Karar, bu tespitlerin ardından, sözü yukarıda söz ettiğim Tevfik Paşa (Lozan’a davet) telgrafına getirir, mektubu eleştirir ve bunun üzerine TBMM’nin meşru temsilci olduğunun ilanına karar verildiğini söyler.
Ardından, iki ‘madde’ gelir:
İlk maddeye göre, “Teşkilâtıesasiye Kanunu ile Türkiye halkı… Misak-ı Milli hudutları dahilinde Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinden başka şekl-i hükümeti tanımaz.” Buna göre Türkiye halkı, kişisel egemenliğe dayanan İstanbul’daki “şekl-i hükümeti” 16 Mart 1920’den itibaren sonsuza dek tarihin mezarlığına defnetmişti.
İkinci maddeye göre, Hilafet Osmanlı hanedanına aittir ve “Halifeliğe” Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bu hanedanın ilmen ve ahlaken “erşed” (makul/doğru) ve “eslah” (salih) olanı seçilir. Son olarak; “Türkiye Devleti makam-ı Hilafetin istinagtahıdır (dayanağı).”
Neden özel bir kanunla değil de, ‘Umumi Heyet Kararı’ ile kaldırılmıştır Saltanat? sorusuna, Tarık Zafer Tunaya (İslamcılık Akımı, Bilgi, 2003), metinden hareketle şu yanıtı veriyor: “Çünkü 1921 Anayasası’nın 1. maddesiyle ilan edilmiş olan milli hakimiyet esası zaten her türlü şahsi hükümet ve saltanat şekillerini kaldırmıştır.” Burada, o esnada yürürlükte olan 1921 Anayasası’nın birinci maddesiyle, tarihimizde ilk kez egemenliğin kaynağının gökyüzünden yeryüzüne indirildiğini, kayıtsız ve şartsız ‘millete’ verildiğini ve bu durumun aslında adı konuşmamış bir cumhuriyet anlamına geldiğini hatırlatmak gerek. Nitekim Mustafa Kemal ve taraftarları, Cumhuriyet’in ilanı sürecinde bu görüşü dile getirmiştir.
İstanbul Hükümeti kendisini Şer’iye Vekili’nin fetvasıyla halletti. 16 gün sonra Sultan Vahdettin, Britanya Hükümetinden korunmasını talep etti ve Malaya Zırhlısıyla Malta Adasına doğru yola çıktı.
Hilafet’in kaldırılmasına (Mart 1924) henüz zaman var. TBMM, şehzade Abdülmecid Efendi’yi Halife seçer. TBMM’de 18 Kasım 1922 Birleşimi’nin ‘beşinci’ oturumunda Halife için ‘fetva’ okunur ve halife seçilir. Oylamaya 163 kişi katılır, Abdülmecid Efendi 148, Selim Efendi 3, Abdülhalim Efendi 3 oy almış, dokuz üye çekimser kalmıştır. Seçim ve sözünü ettiğim kararlar, artık internetten ulaşılabilen Zabıt Ceridesi’nde (meclis tutanak dergisi) bulunabilir.
18 Kasım’da TBMM’de Abdülmecid Efendi ile ilgili şunları söylüyor Mustafa Kemal: “…firariden sonra gelmesi herkesçe muntazır olan (beklenen) bir zat vardır. Abdülmecid Efendi. Bir defa bu adam bazı fenalıklar ve hatalar yapmıştır. Şahsiyeti üzerinde Meclisi Alimizde de birçok tenkidatta (eleştiri) bulunmuştur. Buna rağmen dün gece bu adam nevama bir senet vermiş oluyor ki (Türkiye Büyük Millet Meclisinin mukarreratını (karar) ben kabul ediyorum) diyor. Binaenaleyh intihabatta mazhari sühulet (kolaylık) olabilmek için bu zat üzerinde efkarı temerküz ettirmek muvafık olur zannındayım.”
Saltanat’ın kaldırılması, basın ve Meclis’te tartışmalara neden oldu. Burada, Tarık Zafer Tunaya’nın ‘İslamcılık Akımı’ kitabı, Nutuk ve dönemin Zabıt Ceridesi’nden birkaç kısa alıntı yapacağım.
İslamiyet hükümet emrettiğine, sultan Halife olduğuna göre, saltanat kaldırıldığında Halife iktidardan mahrum kalmaz mı? Tartışma konularından biri bu ve TBMM, yukarıda aktardığım iki kararla bu sorunu çözmüş ve Türkiye Hükümeti’nin, Osmanlı Devleti’nin varisi olduğuna karar vermişti. Halife’nin Meclis tarafından seçilmesinin temelinde de aynı düşünce var. Ancak İslamcı-muhafazakâr kesimin itirazları sona ermemiştir. Mesele Saltanat’ın (Sultan’ın tutumu nedeniyle) kaldırılmasından çok, Hilafet’in geleceğine ilişkin kaygıdır aslına bakılırsa.
Zira, Hilafet’in elinden siyasi gücü aldığınızda devletin “İslam dininden çıkma suçunu işlediğini”, Türk hükümetinin ‘kafir’ olduğunu savunanlar vardır. Mustafa Sabri, Mehmet Şükrü Efendi, Mısır ve Hint uleması gibi. Tunaya, Mehmet Şükrü’nün bir kitapçığına özellikle atıf yapar. Afyonkarahisar (Karahisarısahip) mebusun tepkisi Mısır ve Hint ulemasıyla eştir: Halifelik hükümet demektir, Halife siyasi iktidarı kaybederse İslam dünyasında buhran çıkar, “Hükümetsiz, istiklalsiz, hürriyetsiz bir hilafet olmaz.” Olağanüstü koşullarda seçilmiş bir Meclis’in bu işe yetkili olmadığını savunan ünlü Meşrutiyet mebusu Lütfi Fikri Bey ise, Saltanat kaldırılınca Halife’ye mektup yazmış ve “ölüm tehlikesi bulunsa bile” istifa etmemesini tavsiye etmiştir.
Söz konusu itirazlara, Meclis içinde ve Ankara basınında yanıt verilmiştir. Yanıtlar, tahmin edilebileceği gibi ‘milli hakimiyet’ ilkesi üzerinedir. Bu ilkenin doğal sonucu, Saltanat’ın kaldırılmasıydı. Kaygı ve itirazları, ithamları, Hilafet üzerine tartışmaları, şimdilik Tunaya’nın şu saptamasını aktararak başka bir yazıya bırakayım: “Saltanat’ın ilgası… bilhassa muhafazakâr çevreleri sinirlendirmiştir. Kaldırılması lehinde ve aleyhinde İslamcı deliller ve açıklamalar bulmak zor olmamıştır. Şu kadar ki, Saltanat’ın ilga edilişi İslamcı cepheyi, Meşrutiyet’in sosyal hayatı içinde kazandığı kuvvetinden düşürmüş, vesayet iddiasını hiçe indirmiştir.”
Ankara basını, Saltanat’ın kaldırılışını “milletin saltanatı” olarak alkışlamış, 1 Kasım gününün, İsmail Suphi Bey tarafından “Saltanat-ı Milliye Bayramı” olarak kutlanması teklif edilmiştir. Yazının başlığındaki “Taç giyen millet” ifadesi, önemli bir milliyetçi yazar olan, 1910’larda kaleme aldığı yazılarını 1926’da ‘Türk İnkılabı’ kitabında toplayan Celal Nuri Bey’e ait. Tunaya’nın ifadesiyle, Padişahın başından alınan taç, Türk milletinin başına geçirilmiştir.
Saltanat’ın kaldırılmasıyla ilgili kurulan karma komisyonda konuşan Mustafa Kemal’in, o çok bilinen sözlerini de bir kez daha analım…
Komisyonda, İslamcı üyeler Saltanat ve Hilafet üzerine uzun uzadıya konuşup işi bir uzmanlık gösterisine dökünce, Mustafa Kemal ‘önündeki sıranın üzerine’ çıkar ve egemenliğin uluslara ulema tartışmasıyla verilmediğini, hep güç kullanarak, zorla alındığını, şimdi Türk ulusunun bu egemenliği eline almış olduğunu, artık bu gerçeğin ilan edileceğini hatırlatıp şöyle bitirir: ”Burada toplananlar, herkes gibi bu gerçeği anlarsa mesele yok. Anlamazlarsa doğal olan nasıl olsa olacaktır, şu farkla ki, belki birkaç kafa kesilecektir.”
Saltanat 1 Kasım 1922’de kaldırıldı. Çok önemli bir adımdı. Yaklaşık bir yıl sonra Cumhuriyet ilan edildi ve devlete bir başkan seçildi. Cumhuriyet’in en açık ve ilk anlamı, ’monarşi olmayan’dır. Cumhuriyet, yani ‘sultanlık olmayan’ yönetim biçimi, Cumhuriyet tarihimiz boyunca, başta laiklik ve ulus egemenliği ilkeleri olmak üzere, kendisini tamamlar kabul edilen değerlerle birlikte var oldu. Türkiye’de Cumhuriyet, bir başka deyişle ‘sultanlık olmayan’ rejim, hiçbir zaman yalnızca kuru bir terimi, teknik anlamıyla bir devlet biçimini çağrıştırmadı. 100 yıl sonra, 1 Kasım 2022’de, Cumhuriyet ‘cumhurî’ niteliğinden büyük ölçüde mahrum. Tarihi boyunca eşit yurttaşlık ve ‘kimsesizlerin kimsesi olma’ hedefini bütünüyle gerçekleştiremedi, başarıları ve başarısızlıkları oldu, buna kuşku yok. Ancak ilk kez, Cumhuriyet’in ‘cumhurî’ vasfı taşıyıp taşımadığı dahi tartışılır. Üzücü bir durum bu. Oysa Saltanat tam bir asır önce kaldırılmıştı.
Kutlu olsun.