BAHADIR KAYNAK
@bahadirkaynak
Biraz bilmece gibi bir giriş oldu. Çok kafaları karıştırmayalım, aslında pek bir alakası yok. Fakat her ikisinde de ne yapacağını bilmeme halinin birbirine benzer sonuçları olabiliyor. Şimdi modası geçmiş olabilir ama Street Fighter bir zamanların en popüler atari salonu oyunlarından biriydi. Farklı dövüşçülerden birini seçip rakiplerinize karşı ringe çıkabiliyordunuz. Her karakterin kendine özgü vuruşları olmakla beraber oyunun akıllarda en çok kalan hareketi, ‘haduken çekmek’ olarak bilinirdi. Rakibin üzerine manyetik dalga benzeri bir şey atabilmek için belirli tuşlar ve kumanda kolunu senkronize kullanmak gerekiyordu. Oyunun ustaları ihtiyaçları olduğunda ‘haduken’i kolayca gönderebilirken, benim gibi acemiler bir iki denemeden sonra sabırsızlanıp bütün tuşlara aynı anda basmaya başlardı. Arada tesadüfen fantastik vuruşlar çıksa bile neyi, nasıl yaptığınızı bilmediğinizden bilinçli bir dövüş tekniğiniz olmazdı. Günün sonunda makinadan ya da hangi tuşa nasıl basmasını bilen bir rakipten dayağı yiyip şansınızı başka makinede denemek üzere oyundan ayrılırdınız.
İtiraf edeyim ki bu bütün tuşlara aynı anda basma benzetmesini son zamanlarda ekonomistler kullanmaya başladı, ben de onlardan alıyorum. Hükümet yeni ekonomi programı çerçevesinde bütün taşları yerinden oynatınca, günü kurtarma adına alınan palyatif tedbirler tam olarak bilinçsizce tuşlara basma tadı vermeye başladı. Şimdi Soçi görüşmesi sonrası Merkez Bankası rezervlerinde zuhur eden milyar dolarları görünce dış politikayla, ekonominin kesişim alanın üzerinden konuya giriş yapabilirim. Genel bir tanımlamayla bir stratejinin parçası değil de yangın söndürme amaçlı, can havliyle yapılan işleri bütün tuşlara aynı anda basmak sınıfına sokabiliyoruz.
Türkiye’nin dış politikada geleneksel Batı yönelimli çizgisini çeşitlendirmek, alternatif yaratmak için giriştiği son yıllardaki açılımı daha önce tartışmıştık. Günün sonunda, bana göre pek de mesafe alınamadan, Ankara yeniden dümeni geleneksel müttefiklerine doğru kırmaya başladı. Haziran ayının sonunda Madrid’teki NATO zirvesindeki yaklaşım, bütün gürültü patırtıya rağmen İsveç ve Finlandiya’nın üyelikleri konusunda veto kullanılmaması, bu tutumu teyit etti. Türkiye her ne kadar Ukrayna’ya saldırısı sebebiyle Rusya’ya uygulanan yaptırımlara katılmasa bile bu, iki ülkenin arasındaki güç dengesinin bozukluğuyla açıklanabilirdi; Ankara’nın şu kırılgan konjonktürde doğrudan Rusya’ya tavır alması beklenemezdi. Ukrayna’nın toprak bütünlüğü ve Kırım konusunda Türkiye’nin tavrıysa açıktı; zaten Rusya’ya karşı çok etkin kullanılan SİHA’ları tedarik ederek üstümüze düşen vazifeyi yapıyorduk. Ayrıca Montrö’den doğan haklar kullanılarak Boğazlar savaş gemilerine de kapatılmıştı.
Nihayetinde Rusya’nın baş düşman ilan edildiği Madrid zirvesinde aile fotoğrafına girildi, sonuç bildirgesinin de parçası olundu. Batı ittifakının da onun içinde dayanışma görüntüsünü koruyan Ankara’nın da bu açıdan tavrı açık görünüyor. Hemen arkasından Tahran’da Rusya ve İran’la Astana formatında yapılan görüşmeleri de Suriye sahasına ilişkin olduğu için bir kenara koyalım. Tahıl anlaşmasıysa küresel gıda krizinin önünü almak adına ön ayak olunan ve Türk diplomasisinin başarı hanesine yazılması gereken bir dönemeç. Sorunsuz ilerlemesinde herkesin çıkarı var. Arkasından gelen Soçi zirvesiyse işlerin yeniden karıştığı nokta oldu. Bir yandan Akkuyu Nükleer Santrali’nden yerli yüklenicinin çıkarılması üzerine gelmesi, ardından Merkez Bankası rezervlerinde Rus parasının can kurtaran gibi bitmesi ve ardından Suriye’ye ilişkin açıklamalar kafaları karıştırdı.
Aylardır Suriye’ye operasyon yapacağız diye ortalığı ayağa kaldıran Türkiye’nin birdenbire Esad’la görüşebileceğinin söylenmesi, Dışişleri bakanının Suriyeli mevkidaşıyla ayak üstü de olsa bir araya gelmesi enteresan bir manevraya işaret ediyor. Soçi’de Dışişleri bakanı ve MİT müsteşarının Putin’in adamı, Ukrayna’da da kullanılan Çeçen birliklerin komutanı Kadirov’la görüşmeleri tuhaflığını da ayrıca bir kenara koyalım. Ukrayna’nın önemli silah tedarikçilerinden birisi olan, ülkede SİHA fabrikası kuracağı rivayetleri dolaşan Türkiye’nin karşı tarafın silahlı güçlerinden birinin lideriyle ne görüştüğü merak konusu olduğu, bugüne kadar savaşa yaklaşımımızla da çelişkili duruyor.
Bütün bunları bir araya topladığımızda uluslararası siyasette kendi yerini yeniden Batı ittifakı içinde arayan Türkiye’nin ne yapmaya çalıştığını açıklamak daha da güçleşiyor. Ankara, jeopolitik, askeri ve ekonomik gerekçelerle Batı’yla kaşı karşıya gelmek istemiyor; aile fotoğrafındaki yerini koruyor. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı, Kırım’ın statüsüne ilişkin ilkesel tutumu da defalarca açıkladı. Öte yandan bu pozisyonla taban tabana zıt birtakım taktik hamleler geliyor. Uluslararası siyasetin tamamen ilkeler üzerinden yürütüldüğünü, centilmenler kulübü kurallarının geçerli olduğunu sanacak kadar naif değilim. Ülkeler kendi ulusal çıkarlarını korumak için zaman içinde pozisyon değiştirebiliyorlar. Ama aynı anda tamamen zıt yönlere çeken politikalara ait hamleleri yapmak bütün tuşlara çaresizce aynı anda basıldığı hissini uyandırıyor.
Soçi sonrası en önemli gelişmelerinse Suriye’de yaşandığını görüyoruz. Birdenbire MB hesabında beliren paralarla ilgisi var mı bilinmez ama Esad’la görüşmeye ilişkin beyanlar ortalığı karıştırdı. Dışişleri bakanı rejimle muhaliflerin barıştırılması suretiyle savaşın biteceğini söyledi. Satışa geldiklerini düşünen Türkiye kontrolündeki bölgelerde yaşayan Suriyelilerse Ankara tarafından yarı yolda bırakıldıkları algısıyla ayaklandı. Türk bayrağının yakılmasından, TSK’ya ait araçlara taşla saldırılmasına uzanan bir dizi tatsızlık yaşandı. Bu basılan tuşun daha birkaç gün öncesine kadar dillendirilen ‘harekat yapacağız’ butonundan tamamen farklı bir yere çektiğini söyleyeme gerek yok herhalde. Eğer Esad’la anlaşılacaksa bunun temel şartının rejimin muhaliflere ilişkin koşullarının kabul edilmesi ve Suriye’deki TSK varlığına son verilmesi anlamına geldiği biliniyor olmalı. Sadece PYD karşıtlığı üzerinden Şam’la ilişkilerin rayına konulması, bölgeye şekil verilmesi mümkün değil. Türkiye sınırları içinde ve sınırların hemen ötesinde bizim kontrol ettiğimiz alanlardaki Suriyelilerin geleceğinin ne olacağı, nasıl bir barış tesis edileceğine dair çözülmesi gereken devasa sorunlar var.
Putin, Ukrayna’da giderek daha fazla zorlanırken, Batı’nın hem askeri hem de ekonomik baskısı altında çıkış yolu ararken, böylesine onun şartlarını kabullenen çözümlere razı gözükmek ayrıca bir garip. Türkiye Rusya’nın elinin çok daha güçlü olduğu zamanlarda bile böyle bir teslimiyet içine girmemişken, neden şimdi Putin’e bu kolaylıkların sağlandığını anlamak mümkün değil. Üstelik en başta dediğim gibi bu manevra NATO zirvesindeki yeniden konumlandırma sonrası geliyor.
Belli ki içinde bulunulan ekonomik zorluklar ve bıçak sırtı koşullar hükümeti günlük çözümler aramaya itiyor. Suudi veliaht prensinden sonra Putin’den de beklentiler bu aciliyete çözüm bulunması yönünde. Yoksa bu son dakika manevrasının -ki Suriyeli muhaliflerin tavrına bakınca hızlı bir geri vitesin mümkün olduğunu düşünüyorum- çok fazla bir açıklaması yok.
Anlaşılan seçimlere kadar günden güne değişen bu patolojik hamleler serisiyle hayatımıza devam edip olayları genel bir çerçeveye oturtmaya çalışmaya devam edeceğiz. Ama belki de hatamız burada; genel bir stratejinin olduğu varsayımıyla onu açıklamaya çalışıyoruz. Oysa sadece günlük ihtiyaçlar ve onları karşılamaya yönelik bir çırpınma söz konusu. En baştaki analojimize geri dönersek benim gibi nasıl ‘haduken’ çekeceğini bilemeyen bir oyuncunun kırmızı, beyaz, mavi tuşlara rastgele bastığı bir ortamdayız. Arada tesadüfen sürpriz bir yumruk, tekme savurmamız mümkün ama oyunun sonunda ağzımız burnumuz kan içinde ringde yatmamız kaçınılmaz. Bana hep öyle olurdu, oradan biliyorum.