BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Türkiye’nin NATO’ya üyeliğinin 70’inci yıldönümü, Ukrayna-Rusya geriliminin iyice arttığı bir döneme denk geldi. Haftalardır tırmanan gerginlik, Soğuk Savaş’ın geri dönmekte olduğunu söyleyenleri haklı çıkaracak sertlikte geçiyor. Batı dünyasında Moskova’ya karşı alınacak tutuma ilişkin nüanslar olsa da tansiyon arttıkça ton farkları belirginliğini yitiriyor, son 30 yıldır unuttuğumuz bir iklimi yeniden yaşıyoruz. Rusya-Batı gerilimi, yeni nesillere ancak tarih kitaplarında yakalayacağı bir gerilimi canlı yaşama fırsatı sunuyor.
NATO, Soğuk Savaş’ın bir sonucuydu fakat ömrünü onunla birlikte tamamlamadı. Kendisine yeni misyonlar edinerek, hatta zaman zaman eski düşmanlarıyla da işbirliğine giderek yoluna devam etti. Sovyetler Birliği parçalanıp Doğu Bloku yıkılırken NATO’nun geleceğinin ne olacağına, nasıl bir misyon üstleneceğine dair epey bir kafa karışıklığı vardı. Bu dalgalanma uzun süre devam etti, öyle ki daha iki sene kadar önce Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron örgütün beyin ölümünün gerçekleştiğini söylüyor, dönemin ABD başkanı Donald Trump ortak savunma için müttefiklerini elini cebine atmaya çağırıyordu.
Bu kadar kısa bir süre içinde örgütün tekrar bir ruh bulması ve birliktelik gösterisi sergilemek zorunda kalması elbette son on yılların en ciddi küresel gerilimiyle alakalı. Peki bunun sonucunda yeni bir Soğuk Savaş’a doğru mu yol alıyoruz ve Türkiye yine 20’nci yüzyılın ikinci çeyreğinde üstlendiğine benzer bir rol üstlenmek istiyor mu? Bu sorulara cevap arayalım.
Öncelikle Soğuk Savaş’ı vücuda getiren koşullara bir bakıp bugünkü durumun ne ölçüde benzerlik gösterdiğini anlamakta fayda var.
İkinci Dünya Savaşı sonunda tüm Doğu Avrupa’yı işgal eden, Almanya ve Avusturya’nın önemli bir kısmını kontrol eden Kızılordu, Batı için kabul edilemez bir durum yaratıyordu. Almanya’dan çekilmeyi, tarafsızlığının korunması koşuluna bağlayan Stalin, Doğu Avrupa’da da kendi yörüngesinde ülkelerden oluşan bir tampon bölgeyi tutmakta kararlıydı. Hitler’in saldırısı sonrası korkunç kayıplar veren Sovyetler, bunun tekrarlanmaması için savunmasını neredeyse Avrupa’nın ortasından başlatmak istiyordu. Sonunda Berlin ablukasıyla NATO’nun kuruluşunu tetikledi ve Batı Almanya’nın NATO üyesi olmasıyla da bir uzlaşma ihtimalinin kalktığını görerek kendi savunma örgütü Varşova Paktı’nı yarattı.
Soğuk Savaş yılları boyunca Moskova, Doğu Avrupa’daki peyk ülkelerin kendi ayrıcalıklı alanı olduğunu öne sürdü ve buradaki ülkelerin egemenlik haklarını kullanmasının kendi nihai onayına bağlı olduğunu savundu. Doğu Almanya ve Polonya’da olduğu gibi desteklediği hükümetler aracılığıyla ya da gerektiğinde Macaristan ve Çekoslovakya örneklerinde olduğu gibi doğrudan askeri müdahaleler yoluyla bölgede güce dayanan bir hakimiyet kurdu.
ABD ve müttefikleri bu bölgede hiçbir zaman doğrudan Sovyetlerin askeri gücünü test etmedi, bu tür müdahaleleri protesto etmekle yetindi. Ancak Moskova’nın kaba kuvvete dayalı politikalarına onu sistem dışına iterek ve çevreleyerek karşılık verdiler. Bu sabırlı politika, Rusların Doğu Avrupa’daki varlığını olabildiğince maliyetli hale getirip sonunda kendi isteğiyle bölge ülkelerinin egemenlik haklarına saygı duymasını sağlamayı hedefliyordu. 80’li yılların şahin ABD başkanı, Berlin’de Brandenburg kapısında, Batı’yla yakınlaşmaya çalışan devrin Sovyet liderine, “Eğer barış ve refah istiyorsanız, bu duvarı yıkın” diye sesleniyordu.
Neticede Ruslar tam da Batı’nın istediği şekilde Doğu Avrupa’daki angajmanlarını sona erdirerek kendi sınırlarına çekildi ve kadife bir devrimle kıtayı ortadan ikiye bölen demir perde yıkıldı. Bugün sadece Doğu Avrupa’daki eski Doğu bloku ülkeleri değil, Baltık cumhuriyetleri de hem AB’nin hem de NATO’nun bir parçası.
Putin’in beyanlarından anladığımız kadarıyla Ruslar için bu geri adım Batı’nın genişlemesi için sınır olarak düşünülmekteymiş ve eski Sovyet cumhuriyetlerini içine alacak şekilde NATO’nun daha fazla doğuya ilerlememesinde mutabakat sağlanmış. Ya da en azından Moskova öyle düşünüyormuş. Yani Soğuk Savaş yıllarında Doğu Avrupa ülkeleri için söz konusu olan vesayet halinin bugün için Ukrayna, Gürcistan gibi ülkeler için geçerli olması Rusya’nın arzusu. Kendi arka bahçesi olarak gördüğü bu ülkelerde Batı’nın bilhassa askeri varlığının artması, hele hele NATO üyeliği, Putin’in kırmızı çizgilerinin aşıldığı anlamına geliyor. Stalin için Stettin’den Trieste’ye inen Demir Perde, Putin için çok daha gerilerde de olsa hala mevcut. Bu beklentinin ne derece haklı olduğu ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber karşı karşıya olduğumuz vakıanın tespiti böyle.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle beraber Türk dış politikası bir süre kılavuz çizgilerinden mahrum kaldı. Bir yandan Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte ‘Türk dünyası’ndaki fırsatlara ilişkin şişirilmiş beklentiler doğdu, diğer yanda ise Batı ittifakındaki konforlu konumumuzun sarsıldığını hissettik. NATO’nun güneydoğu kanadında Sovyet tehdidini göğüsleyecek, ittifak içerisindeki en büyük ordulardan birine sahip Türkiye, bir anda kendisini misyonsuz, Batı’nın gözünden düşmüş bir ülke gibi görmeye başladı. NATO kendine yeni bir yön ararken Ankara aynı bocalamaları daha da şiddetli yaşadı. Hele Ortadoğu’da ABD eliyle Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulmuş düzen yıkılmaya başlayınca bu kriz daha da derinleşti. Ankara, sonunda kadir kıymet bilmeyen Batı ittifakına karşı kendisine yeni dostlar aramaya karar verdi. Fakat o hikâyenin de çok iyi gelişmediği apaçık.
Bugünlerde sonlanmasına hayıflandığımız Soğuk Savaş’ın hortlaması gündemdeyken belki de daha mutlu olmamız lazım ama hiç de öyle hissetmiyoruz. Rusya’yla gerginlik artarken ABD bizi pek de yanına çekmek ister gibi bir tavırda değil. Bilakis daha önce Yunanistan’la aramızda bir denge gözetmeye gayret ederken son yıllarda ağırlığını Atina’ya kaydırmaktan çekinmiyor. Türkiye’nin Rusya’yı kullanarak ABD’yi pazarlık masasına çekme politikası da tamamen başarısızlığa uğradı. Moskova’yla Suriye’de eşgüdüme dayalı politika bugün İdlib’de çok kırılgan bir zemine intikal etmiş durumda. Rusya’dan aldığımız S-400 hava savunma sistemi bizi bir sorun yumağının içerisine soktu; bir dizi Amerikan yaptırımıyla karşılaştığımız gibi hala askeri ihtiyaçlarımızı da karşılayamadık.
Yeni Soğuk Savaş iyiden iyiye kendini gösterirken Türkiye’nin ABD karşısında değerinin artacağını ve pazarlık kozları elde edeceğini düşünen varsa durum hiç de öyle gelişmiyor. Bilakis ABD aralarında bizim de olduğumuz müttefiklerini daha net tercihler yapmaya zorlamaya hazırlanıyor. Hele bir de Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi daha ciddi bir aşamaya gelirse tüm Batı ittifakının askeri değil ama ekonomik olarak Moskova’ya cevap vermesi gerekecek. Bu durumda, Türkiye’nin Rusya’yla ilişkilerinin derinliği düşünülürse, ciddi bir faturayla karşılaşma riskimiz olacak. Ankara kendi bildiğini okumaya kalkarsa bu defa da ABD’nin artan baskısıyla karşılaşacak.
Velhasıl sona ermesinden dolayı pek mutlu olmadığımız Soğuk Savaş geri dönerse şu son 30 seneki rahatlığımızı epeyce arayabiliriz. Batı’nın ihtiyaç duyduğu bir ülke olmak Ankara’yı dış politikada rahatlatıyor ancak bu rolden sadece Rusya’yla rekabetin düşük yoğunlukta olduğu zamanlarda istifade edebiliyoruz.
Küresel siyasette dost düşman daha keskin çizgilerle ayrılmaya başlarsa üzerimize düşen yükün ciddi biçimde artmasından endişe duyarım. İşin kötüsü, Soğuk Savaş’ın hortlamasını isteyen önemli güçler aktif halde gibi görünüyor. Ukrayna’daki krizin derinleşmesi gerilimin arttığı bir konjonktüre doğru gittiğimizi gösteriyor.
‘Soğuk Savaş bitti diye hayıflandığımız günler geride kaldı, şimdi yeniden başlıyor’ diye endişelenmemiz gereken zamanlara geliyoruz.