ARDA EKŞİGİL
Otoriter rejimlerin en belirgin özelliklerinden biri, ellerine geçen ilk fırsatta siyaseti öldürmeleridir.
Muhalefetin alanını daraltarak, sivil toplumu sopalayarak, basını falakaya yatırarak, gündemi zapt edip kendi ihtiyaçlarına göre yönünü saptırarak siyaset yapılmasını, yani ‘değişik toplumsal odakların asgari medeniyet saiklerine uyarak memleket sorunlarını münazara yoluyla çözmesini’ imkansızlaştırırlar. Memleket meselesini veya memleket meselesinin ne olduğunu/olacağını yalnızca ‘tepedeki’ -veya ‘tepedekiler’– belirler. Kuralları, sınırları, öncelikleri, hasmı, müttefiki, doğruyu ve yanlışı o tanımlar. Siyaseti öldürür, cesedini çiğneyip yerine geçer.
Kararnamelerin, sonu gelmeyen düzenleme ve yasa değişikliklerinin kılıfına uydurmaya çalıştığı minarenin, yani otoriter tek adam rejiminin nefesi yıllardır fiilen ensemizde. Bu durum, bizi dünyadaki baskıcı rejimlerin nasıl işlediği ve neler yapmayı göze alarak ayakta kaldıkları konusunda daha kapsamlı biçimde kafa yormaya, bir tür ‘karşılaştırmalı otoriter rejimler tarihi’ne başvurmaya itmeli. İktidarın bir partinin veya partinin omuzlarına çıkmış bir liderin ellerinde toplandığı geçmiş ve günümüzden birçok ‘parlak’ örnek, içinde bulunduğumuz çıkmazı anlamak ve ‘evrende yalnız olmadığımızı’ bir kez daha idrak etmek için faydalı olabilir.
Gücün bir hareketin ve/veya önderin kişiliğinde cisimleştiği, basının çuvala konup denize atıldığı, muhalif siyasetin ve rakip siyasetçilerin zindanlarda çürütülüp infaz edildiği Sovyetler Rusyası’nda, siyasetsizlik ülkeyi yönetenlerin halka hesap verme derdi olmadan, kapalı kapılar ardında devlet politikalarına kendi belirledikleri muğlak, değişken ve yer yer çelişkili saiklerle yön verebilmelerine yol açmıştı. Dış etkenlerin telkin, denetleme, eleştiri ve itirazlarına büyük ölçüde kapalı bu başına buyruk yönetim kadrosunun yönelimlerini, niyetlerini ve geçirmekte olduğu değişimleri öngörmek imkansıza yakındı. Soğuk Savaş boyunca, ‘Kremlin’in karanlık koridorlarında’ neler olup bittiğini, kimin yükselip kimin gözden düştüğünü ve ülke politikalarının alabileceği yönü tahmin edebilme sanatına ‘kremlinoloji’ denir oldu. Rejimin kendi propaganda araçlarını titizlikle takip ederek kime ve neye ne kadar yer verildiği kaydediliyor, belli konularda nasıl bir üslup ve tutum takınıldığını izleniyor ve buna göre rejimin mevcut durumunu anlamak ve atacağı adımları öngörmek belli ölçülerde mümkün oluyordu. Rejimin içinden -genelde anonim- kaynaklara ulaşılarak, çıplak gözle görünmeyen parti içi hesaplaşmalar, bileti kesilen yöneticiler, yükselen yıldızlar, değişen dengeler ve politikalar hakkında bilgi kırıntıları toplanıyordu. Basının ve muhalefetin yokluğunda, saray koridorlarında yankılanan gizemli entrikalar ve kısık sesli fısıltılarla yetiniliyordu -ki durum Putin Rusya’sında da pek değişmedi.
Siyasetin koltuğuna ‘iktidar’ın yerleştiği Türkiye’de de durum pek farklı değil. Biz de iktidarın birini gözden çıkardığının (Gül, Davutoğlu ve özgül ağırlığı tüy siklete dönüşen Arınç hakkındaki karalama kampanyaları), bir krizi kızıştırma veya yatıştırma eğiliminde olduğunun ilk işaretlerini kendi propaganda araçlarından alıyor ve niyetlerini ancak kendi ifşa ettiği ölçüde okuyabiliyoruz. Muhalefetin yokluğu ve yoksulluğunda, ‘siyasi’ denen gündem, Erdoğan’ın ve çevresine kümelenmiş kapalı bir zümrenin kişisel ilişkilerinin karanlık gelgitleri etrafında şekilleniyor. Sahnede tek kişi ve onun silik, ifadesiz figüranları kaldığında gözler ve kulaklar kulislere çevriliyor, fısıltılar yükseliyor. Gazetecilik ‘rivayet aktarma’ yani ‘yıldızlara bakarak müneccimlik etme’ seviyesine iniyor. ‘Ahmet her an görevden alınabilir’, ‘Mehmet’in suyu ısındı’, ‘Coşkun’un isminin üstü çizildi’, ‘Hamdi kongreye -davet edilmesine rağmen!- katılmadı’, ‘Emrullah rahatsız fakat sesini çıkartamıyor’, ‘Erdoğan en çok o isme güveniyor’ çizgisinden çık(a)mayan içler acısı bir havadiscilik zihinlerimizi kirletiyor ve donuk gündeme sahte bir hareketlilik aşılayarak bir korkuluk gibi ölü siyasete diri havası veriyor. Saray muhterisleri arasında cereyan eden ayak kaydırma, köşe kapmaca, rol çalma ve bilimum ali cengiz oyunu tek heyecanımız oluyor. Yaşadığımız binbir felaketin içinden, aklımızda Soylu ve Albayrak’ın çarpışan egoları kalıyor.
Siyaset, şeffaflık ve hesap verilebilirlik eksikliğinin sonuçları dış politikada da hissediliyor. Bu alanda örnek alınan Rusya değil, bölgenin bir diğer yıldızı İran. Tıpkı İran rejimi gibi, Türk hükümeti de tekelleşen ve denetlenemeyen bir güç odağı olarak gittikçe daha ölçüsüz, kural tanımaz, çelişkili ve tehlikeli adımlar atarak inandırıcılığını ve öngörülebilirliğini yitiriyor. Uluslararası arenada her geçen gün daha da yalnızlaşıyor ve sözlü veya fiili yaptırım gücünü kaybediyor. Kendi ayağına takılıp düştüğü çukurdan çıkmak için gittikçe daha utanç verici yöntemlere başvurmak durumunda kalıyor ve bu açıdan da İran’ı taklit ederek, ‘rehin alma’ politikalarına yönelmek durumunda kalıyor. Bilindiği gibi İran rejimi, itiştiği devletlerle başa çıkamadığı ölçüde onların İran’ı ziyaret eden veya İran’da ikamet eden vatandaşlarını uyduruk ‘casusluk’ suçlamalarıyla tutuklamayı ve pazarlık malzemesi haline getirmeyi alışkanlık haline getirmiş durumda.
Uluslararası alanda iyice izole olan, müttefiki kalmayan, inandırıcılığı zedelenen ve dolayısıyla eli zayıflayan Türk hükümeti de gücünün yetmediği yerde fırsatı altına çevirme, yani elinin altındakini rehin alma yolunu izliyor. Almanya’ya karşı Deniz Yücel, Amerika’ya karşı Brunson’ın durumu; iç kamuoyuna ne anlatılırsa anlatılsın, her iki mesele de uluslararası alanda Türkiye’nin sorunlarını veya anlaşmazlıklarını diplomatik ve siyasi yollardan çözecek niyet, kabiliyet ve kuvvetinin tükendiğinin acı bir itirafına dönüşüyor. Kişilerin devletler arası çarpışmalarda piyon olarak kullanılıp hayatlarının karartıldığı, filler tepişirken çimenin ezildiği ‘Al papazı ver papazı’ politikası, devlet erkanının en son model Mercedes’leri sipariş edip gösterişli saraylar inşa ederek korumaya çalıştığı ülke itibarını daha önce görülmemiş biçimde yerle bir ediyor.
Elbette, örümcek ağı gibi yavaşça hayatlarımızı sararak nefesimizi kesen otoriterleşmenin yer yer gülünçlüğe varan baskıcılığının sınırı yok. Rus salatası ve İran çilavı kıvamına ulaşan rejimin üzerine pekala bir tutam da Saparmurat Niyazov serpiştirilebilir. Tüm dünya otoriterlerinin gıptayla baktığı ‘diktatörlerin kutbu’, Türkmenistan’ın rahmetli önderi Saparmurat Niyazov, ‘itici bir kokuları’ olduğu gerekçesiyle başkent Aşkabat’ta köpekleri yasaklamış, opera ve baleyi ‘Türkmenliğe aykırı’ olduklarından ötürü yasadışı ilan etmiş, ayların adlarını aile fertlerinin isimleriyle değiştirmiş -nisan ayı Niyazov’un annesinin ismi Gurbansultan Ece’ye layık görülmüş- ve başkentin ortasına 12 milyon dolarlık, yüzü sürekli güneşi takip eden altından mobil bir heykel yaptırmıştı. Siyaset mevta olduktan sonra geriye boğuk fısıltılar, her an rehin alınabilecek çaresiz kullar ve üzerine her şeyin dikilebileceği sessiz meydanlar kalıyor.