
DR. FEYZA BAYRAKTAR
Geçenlerde, yurt dışından gelen misafirlerimle Dolmabahçe Sarayı’nı gezdim. Atatürk’ün hayata gözlerini yumduğu odaya her girişimde içimde bir sızı belirir. Bu kez yalnızca bir vedanın değil, o büyük mirasın sistemli bir biçimde aşındırılmaya çalışılmasının yarattığı derin üzüntü vardı yüreğimde.
Bazı insanlar sadece tarihe geçmez, tarihin yönünü değiştirir. Atatürk, işte böyle bir isim. O, bir halkı edilgenlikten iradeye, mutlak kabulden sorgulamaya, kadercilikten akla yönlendirdi. Ancak her büyük figür, kendi büyüklüğüyle orantılı bir direnç de doğurur. Atatürk bir aynaydı. Ve o aynaya bakan herkes, kendisiyle yüzleşti.
Onun etrafında yıllardır dönen tartışmalar yalnızca tarihsel bir hesaplaşma değil, aynı zamanda bireysel ve kolektif psikolojik çatışmalar. Bu çatışmalarda sıklıkla savunma mekanizmaları devreye girer. Kimileri, projeksiyon yoluyla Atatürk’e kendi yetersizliklerini yansıtır. Kimileri, inkâr veya değersizleştirme gibi mekanizmalarla onun mirasını reddeder. Bu bireysel süreçlerin toplumsal kutuplaşmaları nasıl beslediğini göz ardı edemeyiz.
Bu etkiyi anlamak için önce Atatürk’ün sadece bir lider değil, bir fikir ve yön duygusu olduğunu kabul etmek gerekir.
Bir liderin gölgesinde yaşamak
Mustafa Kemal Atatürk yalnızca bir lider değil, bir zihniyet, bir yön duygusudur. Yıkılmış bir imparatorluktan sadece bir ülke değil, yepyeni bir bilinç yarattı. Senelerdir bu bilinci silmeye çalışanlar, aslında onun gölgesinde ezilenlerdir.
Carl Gustav Jung’un ‘gölge arketipi’ kavramına göre birey kendinde eksik gördüğü özellikleri dış dünyaya yansıtarak bastırır. Atatürk gibi akılcı, karizmatik ve tarih yazan bir figür, bazı liderlerde kıyaslanamaz bir baskıya dönüşür. Jung’un kuramına göre bu bir savunma mekanizmasıdır. Kişi gölgesiyle yüzleşmek yerine onu yok etmeye çalışır. Bu durum, Alfred Adler’in ‘aşağılık kompleksi’ teorisiyle tamamlanır; birey kendi yetersizliğini, karşısındakini küçülterek telafi etmeye çalışır.
Sigmund Freud’un ‘otorite figürü’ kavramı da bu psikolojik tabloya ışık tutar. Freud’a göre güçlü baba figürleri bireyde bastırılmış bir rekabet ve öfke yaratabilir. Atatürk, Türkiye için böylesi bir sembolik baba figürüdür. Onunla sembolik düzeyde rekabet etmeye çalışanlar, aslında kendi kimlik krizlerini çözmeye çalışmaktadır.
Bu psikolojik düzlemin tarihsel yansımasını, Atatürk’ün gerçekleştirdiği toplumsal ve kültürel dönüşümlere verilen tepkilerde net bir şekilde görebiliriz.
Devrimle hesaplaşmak
Atatürk’ün öncülüğünde yapılan devrimler, sadece siyasal bir dönüşüm değil, toplumsal yapının derinlerine işleyen bir kültürel devrimdi. Şerif Mardin’in merkez-çevre kuramına göre Cumhuriyet, Batılı, laik, şehirli bir merkez inşa etti. Bu merkeze dahil olamayan çevre ise zamanla kendini dışlanmış hissetti. O kırılma senelerdir hâlâ siyasal çatışmaların temel zeminini oluşturuyor.
Hilafetin kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla medreselerin kapatılması, şapka devrimi, harf devrimi… Tüm bu adımlar, modernleşme açısından büyük sıçramalardı ama aynı zamanda -hemen her devrimde olduğu gibi- tarihsel hafızada dönüşüm yaratan derin izler bıraktı. Maurice Halbwachs’ın kolektif hafıza kuramına göre bu tür radikal değişimler, toplumsal bellekte bir kimlik kırılmasına yol açabilir. Senelerdir hâlâ bazı kesimlerin bu devrimlere öfke duyması, geçmişte yaşanan kültürel dönüşümün bıraktığı izlerdir.
Siyasetçiler, bu travmayı siyasi kutuplaşma için kullanır. Kimi, Atatürk’ü doğrudan hedef alır; kimi ise onu görünmez kılarak alternatif kurucu mitler üretmeye çalışır. Antonio Gramsci’nin kültürel hegemonya teorisine göre egemen ideolojiler zamanla toplumun ‘doğal düşünce biçimi’ haline gelir. Böylece, ‘mağdur çevre’ kimliği üzerinden siyaset yapanlar, Atatürk’ün temsil ettiği laik ve çağdaş değerleri bir ‘öteki’ olarak konumlandırır. Yani, bazı siyasetçiler geçmişte yapılan değişimleri anlamak ve bu değişimlerin nedenini anlatmak yerine, bu değişimler üzerinden kendi lehine kullanmak için siyasi strateji geliştirir. Ayrıca Atatürk’ü unutturmaya çalışmak bu siyasetçilerin siyasi stratejileri arasında yer alır.
Hafızayla savaş
Benedict Anderson’a göre milletler, birer ‘hayali cemaat’tir ve ortak kurucu mitlerle ayakta dururlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin en güçlü kurucu miti, kolektif hafızanın temel taşı Atatürk’tür. Ancak Paul Connerton’un bellek kuramına göre egemen iktidarlar sadece neyi hatırlatacaklarını değil, neyi unutturacaklarını da belirler. Okul kitaplarında Atatürk’le ilgili bilgilerin azaltılması, resmi törenlerin sönükleştirilmesi, Atatürk simgelerinin küçültülmesi gibi uygulamalar; halkın belleğine bilinçli bir müdahaledir.
Atatürk’ü unutturmaya çalışanlar ne yapar?
Sembolleri silerler: Bayrakları indirir, resimleri küçültürler.
Anlamı boşaltırlar: Onun sözlerini tekrar eder ama içini başka ideolojilerle doldururlar.
Yeni mitler yaratırlar: Kendi figürlerini ‘yeni kurucu’ gibi sunarlar.
Karşı hafıza inşa ederler: Onun temsil ettiği tüm değerlere karşıt bir anlatı geliştirirler.
Slavoj Žižek’in ‘gölge sahiplenme’ kavramına göre figür biçimsel olarak sahiplenilir ama anlamı boşaltılarak etkisizleştirilir.
Ama başaramazlar. Çünkü…
Sigmund Freud’un ‘Bastırılan geri döner’ tezi burada hayat bulur. Ne kadar bastırılmak istense de her 10 Kasım sabahı saat 09:05’te Türkiye susar. Zaman durur. Çünkü Atatürk, yalnızca bir tarihi şahsiyet değil, bir yön duygusudur. Onu susturmaya çalışanlar, sonunda ya çok kötü bir şekilde anılırlar ya da tamamen silinirler. Çünkü bazı liderler bir döneme aittir, bazıları ise zamanın ta kendisidir.