BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Türk-Yunan ilişkileri çoğu zaman bıkkınlık veren çözümsüz sorunlar ve karşılıklı manevralarla şekillenen, bir yandan da alttan alta ‘Aslında yok birbirimizden farkımız, keşke dost olabilsek’ romantizminin gözlemlendiği bir alan.
Cumhuriyetin ilk yıllarından 1950’lerde Kıbrıs sorunun alevlenmesine kadar geçen dönem ya da 1990’ların sonundaki geçici yumuşama gibi kısa balayları yaşansa da Avrupalıların yüzyıllık kavgalarını bir kenara koyup ortak çıkarlara odaklanması gibi bir sıçramayı komşumuzla yaşayamadık. Bilakis iki ülke, bazen somut konular üzerinden bazen de politikacıların iç kamuoyuna mesaj verme hevesiyle olayları zıvanadan çıkarması yüzünden çok defa çatışma noktasına geldi. Bu ikinci durumun en bilinen örneği 1996’daki Kardak kriziydi. Dönemin ABD başkanı Clinton’u önce eğlendiren, sonra da araya girip yumuşatmaya iten bu kriz, Atina-Ankara ilişkilerinin nasıl patlamaya hazır bir barut fıçısı olduğunu göstermişti.
İki ülke arasındaki sorunlu dönemler çok fazla açıklamaya ihtiyaç duymuyor; hangi koşullarda bir yakınlaşma sağlanabildiğini anlamak bu bakımdan daha faydalı olabilir. Atatürk ve Venizelos zamanlarında tesis edilen meşhur yakınlaşmanın uluslararası konjonktürün bir sonucu olduğu, benzer bir durumun kolay kolay tekrarlanamayacağını not edelim. 1934’teki Balkan Antantı’na giderken Türkiye ve Yunanistan’ın yanında Yugoslavya ve Romanya’yı da defansif bir cephe kurmaya iten gerekçenin İtalya ve müttefiki Almanya’nın bölgedeki amaçları olduğu çok açık. Lozan Anlaşması’yla sorunlarını belli ölçüde çözebilen, henüz Ege’deki anlaşmazlık konuları su yüzüne çıkmayan ve Kıbrıs’ta İngiltere’nin manda yönetimi devam ettiği için karşı karşıya gelmeyen iki ülke için ortak bir düşman karşısında yakınlaşmak akılcı bir politika olmuştu. Ardından İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Yunanistan’da iç savaşın patlak vermesi, Türkiye’nin de Stalin tarafından baskılanması, benzer bir mihverin bu defa ABD’nin gözetiminde Sovyetlere ve peyklerine karşı kurulmasına yol açmıştı. Truman Doktrini ile her iki ülkeye verilen garanti, Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında Ankara-Atina aksının ortak bir savunma hattı olarak vücuda gelmekte olduğunu gösteriyordu.
Başta Kıbrıs meselesi olmak üzere sadece Türkiye ve Yunanistan’ı ilgilendiren konuların 1950’lerde uç vermeye başlaması, ilişkilerin giderek soğumasına ve hatta 1963 ve 1974’te Kıbrıs yüzünden 1987 ve 1996’da da Ege anlaşmazlığı üzerinden iki ülkenin çatışmanın eşiğine gelmesine sebep oldu. 1990’larda yaşanan son büyük krizin biraz da politika yapıcıların savrukluğundan kaynaklandığını belirtmiştik. Ancak bu, gerginliğin altında yatan somut sebepler olmadığı anlamına gelmiyor. Bilhassa 1990’larda tırmanan PKK ile çatışmalar, örgüte birçok konuda destek olan Yunanistan’la gerginliği de alevlendiriyordu. PKK’nın bir diğer destekçisi Hafız Esad Suriye’sinin de Yunanistan’a katılmasıyla, Türkiye’nin çoklu cephelerde çatışmaya hazır olmasını öngören iki buçuk savaş doktrini bu dönemde ortaya atılmıştı. Daha sonra Suriye’den çıkarılan Öcalan’ın bir süreliğine Yunanistan’a kaçması ve hatta Kenya’da Yunan elçiliğinde kalması, Türkiye karşıtı tutumun derinliğini göstermekteydi.
Ancak nihayetinde Öcalan Kenya’dan Türkiye’ye getirilip PKK’nın saldırıları da bir süreliğine durunca Atina bu maverasının pek bir getirisi olmadığını, bilakis uluslararası platformlarda kötü duruma düştüğünü fark etti. Türkiye, 1990’larda Kürt meselesi ve Irak’ın durumu üzerinden ABD ile yaşadığı krizi, Öcalan’a karşı Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kabullenilmesi koşuluyla çözünce Yunanistan boyundan büyük işlere karıştığını anlamış oldu. Üstelik aynı dönem Türkiye’nin bir diğer bölgesel güç İsrail’le de ilişkilerinin en iyi olduğu zaman dilimine işaret etmekteydi.
Dolayısıyla bu çok sorunlu süreci, Yorgo Papandreu ve İsmail Cem’in dışişleri bakanları olarak öne çıktığı bir yumuşama dönemi takip etti. Bunda Yunanistan’ın Türkiye ile güç kullanarak bir sonuç alamayacağı kanaatine varması kadar, AB sürecinde vites yükselten Ankara’nın da bu tempoya ayak uydurmakta hevesli olması etkiliydi.
Böylelikle, Öcalan krizinde dip yapan Türkiye-Yunanistan ilişkileri çok hızlı bir biçimde iyileşmeye başladı. Türkiye’nin AB adaylık müzakerelerinin açılmasına komşumuzdan destek alındı. 2002 yılında iki ülke arasında başlayan istikşafi görüşmeler sorunların çözülmesi yolunda pek bir somut gelişme getirmedi ama en azından ilişkilerin daha sıcak bir zemine oturmasına katkıda bulundu. 2004 yılında Annan Planı Kıbrıs’ın iki tarafında da halk oyuna sunulurken beş yıl içerisinde iki ülke ilişkileri dip noktadan ters yönde bir zirveye ulaşmıştı.
İyi niyetlerle ulaşılan bu sıcak atmosfer elle tutulur sonuçlarla desteklenmeyince bir kez daha gerileme sürecine girildi. Annan Planı’nın Güney Kıbrıs’ta ezici çoğunlukla reddi ama buna rağmen Rum tarafının adanın tamamını temsilen AB’ye üyeliği, kırılma noktalarından biriydi. Türkiye ile müzakerelerin neredeyse başlar başlamaz tavsamaya başlaması, Ankara’nın da hevesini kaçırmaktaydı. Yine de ilişkilerin kriz yaratacak düzeyde bozulması, Doğu Akdeniz’deki anlaşmazlıklar şiddetlenene kadar gerçekleşmedi.
Yaklaşık 10 yıldır ciddi bir gündem maddesi haline gelen Doğu Akdeniz’deki enerji keşiflerinin, yetki alanları konusunda birbirine tamamen zıt pozisyonları olan ülkeler arasında sorun yaratacağı belliydi. Türkiye’yi daha da köşeye sıkıştıran gelişme, 2009’daki Gazze krizi ve 2013’teki Sisi darbesi sonrası İsrail ve Mısır’la diplomatik temasların kopması ve Atina’nın, kendileri açısından akılcı bir hamleyle, bu boşluğa atlayarak Türkiye karşıtı bir blok oluşturma çabasına ön ayak olmasıydı. Daha sonra Libya’yla imzalanan deniz yetki alanları sınırlandırması anlaşması, bu yalnızlaşmaya sadece kısmi bir cevap olabildi.
Yunanistan’ın ikinci hamlesi, ABD ile Türkiye arasında açılan makas üzerinden gerçekleşti. 2014 yılından beri Washington yönetimi ile anlaşmazlıkları derinleşen Ankara, rotayı Rusya’ya çevirerek güçlü müttefikini zorlayacak bir manevraya girişmişti. Gerilimin iyice tırmanmasıyla Türkiye’deki ABD üslerinin durumu da tartışma konusu olurken, Washington’un B planı arayışları gündeme geldi. Bir yandan Ürdün bir alternatif olarak ortaya çıktı; Yunanistan ile ilişkiler açısından önemli nokta ise ABD’nin Dedeağaç’ta üs kurma kararı oldu.
Libya’da Türkiye ile karşı karşıya gelen Fransa’nın geçen sonbaharda Doğu Akdeniz’deki Yunanistan tezlerini agresif biçimde destekleyerek Ankara’yı cezalandırmaya çalıştığı da düşünülürse belirgin bir örüntünün ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Türkiye ile problem yaşayan hem bölgesel hem de küresel güçler, Yunanistan ile yakınlaşarak bizi zorlayıcı adımlar atmaya başlıyor. Elimizde Yunanistan’ı daha dengeli politika izlemeye itecek 1930’lardaki veya 2000’li yılların başındaki gibi bir pozitif gündem de henüz yok. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun, Yunanistan’a yaptığı iade ziyaretinde mevkidaşı Nikos Dendias’la samimi görüntüleri güzel. Ancak bizi içinde bulunduğumuz sorunlu durumdan çıkaracak, Yunanistan’ı, Türkiye ile hesap görmek isteyenlerin koçbaşı olmaktan uzaklaştıracak bir politika için daha fazla diplomatik yaratıcılık gerekiyor.