Karşıtıyla uzlaşarak bir arada yaşama olanaklarını aramaktansa, varkalımını karşıtının yok olmasına bağlayanların sayısı artıyor.
Göçmenler ölsün, Yahudiler ölsün, Gazze’de taş üstünde taş kalmasın, köpeklere ölüm, “itperestlere” “it” muamelesi yapalım, köpek karşıtları yok olsun!!! Sağ kalmanın tek yolunun öldürmekten geçtiğine olan inanç, politik alandan gündelik hayatın sıradan sorunlarına kadar yaygınlaşıyor.
Sosyal medyanın algoritmaları az sayıda şiddet olayını çokmuş gibi mi gösteriyor? Yoksa sosyal medya olan bitenin yansıması mı? Kısaca ikisi de denilebilir. Gün geçmiyor ki alacak verecek meselesinden, ‘yan baktın’ tartışmasına, ‘mekana neden almadınız’dan, ‘sipariş ettiğim çiçeği neden göndermedin’e kadar hemen her sorun en az bir tarafın silaha sarılmasıyla çözülüyor!
Devlet, elinde bulundurduğu şiddet tekelini kuralsız, sorumsuz ve cezasızlıkla kullandıkça, o devletin bireyleri de kendilerinde aynı hakkı buluyorlar. Haksızlığa uğradığını düşünenler de varolan hukuk sistemine güvenmediklerinden şiddete başvuruyorlar. Kibarcası “at sahibine göre kişner”, özellikle bizim ülkemiz için imam-cemaat özdeşleşimi daha iyi açıklıyor bu hali. Politik olan kişiseldir.
Devletin kuralsız, ilkesiz şiddeti maruz kalanları ezerken, tanık olanları da derinden etkiliyor. Hakkında tek bir hukuki kanıt olmayan insanlar muktedirin “suçludur kanaatine” uyan hakimlerce on yıllarca mahpusluğa mahkum ediliyorlar.
Osman Kavala ve Can Atalay ile ilgili sürece bakın; hukuki bir suçları olup olmadığına dair bir tartışma yok, dahası Anayasa Mahkemesi serbest bırakılmalılar diye hüküm bildiriyor. İktidarı paylaşan iki partinin arasında geçen güç savaşı ve pazarlığının rehineleri olarak cezaevindeler.
Güç çadırının altına giremeyen, girme umudu kalmayan insanların sayısı her geçen gün arttıkça, güç sahibinin şiddeti kanıksanır oldu. Bu kanıksanma ‘artık korkmuyorum’dan öte ben de şiddet uygulayabilirim inancını geliştirdi. Aynı zamanda da “daha güçlü olana” içten içe bir hınç biriktirilmesi sağlamaya başladı.