BERNA KAYTAZ
@bernakaytaz
29 yıllık bir radyocu olarak birine yakınlık ya da tam tersi uzaklık hissetmemi sağlayan ilk izlenimim, kişinin müzik zevki ve seçimleri. Mesleki bir deformasyon. Bu bir önyargı, farkındayım. Müzikal seçimlerini kendime yakın bulduğum, tanıdıkça uzaklaşıp bir daha göresim gelmediği çokça insan da olmuştur hayatımda. Tabii ki tek kriterim müzik değil. Ama dedim ya benim için çok önemli bir ilk izlenim.
Fotoğraf çekimi, dizi tanıtımı gibi nedenlerle sosyal medyada Birce Akalay’a çok rastlıyordum. Zaman zaman da seçtiği, paylaştığı şarkılara. “İyi müzik dinliyormuş” diyerek kendimce başka bir yere ayırdığım isimlerdendi. Ben Joy Fm’deyken, o komşu stüdyomuz Joy Türk’te radyo programı yapmış. Bilmiyordum. Sihirli kutu radyoyla bağını bilmeden, müziğe tutkusunu hissetmişim demek ki.
Oyuncu Birce Akalay ile tanışmama vesile ise Netflix’in ‘Kuş Uçuşu’ dizisiydi. Dizide medya sektörünün işlenmesi ilgimi çekti. Önce oyunculuğundaki sahicilik sonra da sosyal meselelerle ilgilenmesi, sosyal sorumluluk projelerine ‘iş’ icabı değil de gerçekten destek vermesi, tanımasam da Birce Akalay’a yakın hissettirdi.
Dikenli, zarif bir aloe vera
Az dikenli bir bitki olabileceğini söyleyen Birce Akalay bence kesinlikle dikenli bir aloe vera olurdu. Dikenli, zarif bir aloe vera. Daha yeni saksısını değiştirirken elime battı. Bakmıştım özelliklerine. Antioksidan ve anti bakteriyel açısından zengin olduğu için enfeksiyonların çoğalmasını önlüyor, yaraları da iyileştiriyor dikenli aloe vera. Bu bağlamda Birce Akalay’ın kötü kalpli insanlara dikeni batsa da kendine getirerek faydası dokunacak bir iyi niyeti var gibi duruyor.
Kendisinin yoğun programı, benimse bir süredir başka bir şehirde yaşamam nedeniyle söyleşimizi e-posta aracılığıyla yaptık. Söyleşiyi yüz yüze sohbet ederek, radyoyu ve radyoculuğu konuşarak, arada telefonlarımızdaki şarkıları dinleterek yapmak söyleşinin melodisine, ritmine nasıl etki ederdi merak etmedim değil.
Bazen dikenli, çokça onu tanımaya yönelik sorularıma verdiği içten cevaplardan anladığım, Birce Akalay şarkısını yüksek sesle söylemekten çekinmeyen bir kadın.
Sosyal yaşamınızda sokakta vakit geçirmeyi sever misiniz, evde mi olmayı tercih edersiniz?
Ruh halime göre değişir. Bazen günlerce evden çıkmam, insan içine karışmam, hatta en yakınlarım dahil kimselerle görüşmem. Bazen de eve sokamazsınız beni. Özellikle sabah sessizliğinde sokakları, caddeleri tek başıma arşınlamayı çok severim. Asmalı Mescit Mahallesi’nden arada kullandığım vapur hariç Fenerbahçe Burnu’na yürümüşlüğüm vardır. Şehir içinde araba sürmeyi en sevdiğim saatler de hep sabaha karşıdır.
‘Bir Kadeh Beyoğlu’ şiirinde Murathan Mungan, Beyoğlu için der ya, “Siz tanımazsınız beni. Ben eski sahnelerin primadonnasıyım.” Siz, İstanbul’a aidiyet duyar mısınız?
‘Eski İstanbul’un Primadonnası Olmak’ diye kitap yazamam, çünkü o zamanlar genç kızdım. Ama sokak kızıydım. Çok güzel yaşadım, her anlamda temiz yaşadık bence. İstanbul’da 90’larda yaşamak İstanbul’un tablosunda, gözle görünenin ardındaki gerçekliği sorgulatıyordu bize fakat diğer yandan hala çok yaşanılası bir şehirdi, çok güzeldi. Benim İstanbul’la bağım, nostaljik ve romantik bir bağ. Aşırı büyüme ve nüfus patlaması yaşanmadan önce civar köyler dahil neredeyse iyi bir taksi şoförü kadar tüm semtlerini, sokaklarını bilirdim. Bayılırdım geceleri arabamla dolaşmaya. Yaş 23…
Şimdilerde ise bu şehirde yaşamaktan korkuyorum. Başımıza gelebilecekleri düşündükçe, bu kadar çok nüfus, nasıl…? Burayı bırakamam hayat boyu, burası benim doğduğum ev, köküm, ama hayatımın bu döneminde, bu bilgiyle artık kendime ve sevdiklerime daha güvenli bir sığınak aramak ihtiyacı hissediyorum maalesef. Yani iki yaka İstanbul gibi benim de İstanbul’a hislerim iki yakaya dağılmış diyebiliriz.
Hayatla ilişkiniz nasıl; İnatlaşır mısınız yoksa akışa mı bırakırsınız?
Ben ikizler burcuyum. (Gülüyor) Burçlara inanmayanlar için ise istediği zaman inatçı, istediği zaman akışta yaşayanlardanım. Bayılıyorum değişip, dönüşmeye.
Dünyanın gürültüsünden uzaklaşmak istediğiniz zamanlarda ne yaparsınız?
Uzaklaşırım. Şehirden kaçtığım rotalarım var. Bir de insandan kaçtığım rotalarım.
Çok olur mu insanlardan kaçtığınız zamanlar?
Çok değil ama hatırı sayılır ölçüde kaçarım. Sahne hariç kalabalık mekanlar beni rahatsız ediyor.
Yalnızlıkla aranız nasıl?
Müthiş. Tek çocuk olduğum için kendimi oyalamayı da öğrendim, ergenlik yıllarımda yalnızlık zamanını doğru değerlendirebilmeyi de. Yeter ki, zihnim berrak olsun. Ama bazen partner olarak hayat arkadaşımla henüz buluşamadığımdan bu yalnızlık zaman zaman can sıkıcı olabiliyor.
Yol ve yolculuk sizin için ne ifade ediyor?
Yol, yer değiştirmek ya da devinim içerisinde olmak, düşünmek ve çözüm üretmek için muazzam bir araçtır benim için, bayılırım. Diğer yandan PS sayesinde oyun oynarken New York’ta gezebiliyor arkadaşlarım bina bina çok eğlenceli, geçen gün gördüm. Benim sinemayı, tiyatroyu ya da mesleğimi seçme sebeplerimden biri bu. Ben zaten senelerdir hep yeni bir yolculuktayım.
Ülkemizde feminizm öncüsü bir figür olarak Halide Edib Adıvar geçti topraklarımızdan. Siz de Halide Edib Adıvar’ı canlandırdınız. En çok hangi yönü sizi etkiledi?
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte dünya tarihinde kadın haklarını en önce ilan eden ülkelerden biri, hatta öncü ülke olduğumuzu düşünürsek, bunun için cansiperane çalışmış bu muazzam kadına, bütünüyle hayranlık duymamak mümkün değil. Birinci Dünya Savaşı sırasında şark bölgesinde kız çocuklarının eğitimi için gösterdiği üstün çabaları ve kurtuluşa dair inancıyla onbaşı bir asker oluşu, Türk halkına aşıladığı cesaret, onu ölümsüz bir figür haline getiren özelliklerinden sadece ikisi. Konuya bütünüyle hakim olmamakla birlikte, bu rol sebebiyle kendisinin vatan sınırlarından uzaklaştırılması meselesine girmek istemem, çünkü uzmanlık alanım değil ve bu konu üzerinden spekülasyon yapılmasını da hiç ama hiç istemiyorum.
Eğitimiyle, fikirleriyle cesur ve aydın bir kadın olarak varlığını kabul ettirdi. Halide Edib Adıvar’ın yaşadığı 1900’lerden 1980’ler sonuna baktığımızda Duygu Asena’ya ‘Kadının Adı Yok’ kitabını yazdıran Türkiye iklimi kadınlar için sertleşti, çoraklaştı. Dönemimizde de bu hoyratlık kadınlar için hayatta kalma mücadelesine dönüştü. Kadın meseleleriyle ilgili neler söylemek istersiniz?
Bu soruya bireysel duygusallığımla yaklaşırsam; kadın devrimci bir varlıktır. İllaki bir canlı doğurması gerekmez. Bu içgüdüyle her şeyi doğurabilir ve yaşatmak için doğal bileşeni bir direnişle gelir dünyaya. İyi ki kadınım.
Toplumsal cinsiyet konusuna gelince… İktidarla ilişkisini konservatuarda dramaturgi dersinde okuduğumuz bir kitaptan tam olarak öğrenme fırsatını yakalamıştım. Beni R.W. Connell’in ‘Toplumsal Cinsiyet ve İktidar’ kitabı çok etkilemişti. Konu toplumsal meseleler olunca duygusallıktan uzaklaşıp rotamı bilgiye çevirmeye özen gösteriyorum, tıpkı bize bu konuda ilham olmuş kadınlar gibi; hem kendime hem de çevreme faydalı olabilmek için.
Coğrafyamız kadın hakları konusunda kafası ezelden beri çok karışık bir coğrafya, çünkü geçmişimizden bize miras kalmış çok çeşitli inanış, öğreti ve söylem var. Kadın kelimesini bir insan cinsiyetini belirlemekten öte hale getiren de bu maalesef. Sosyolojik olarak benzerlik göstermediğimiz başka coğrafyalarda da tablo farklı değil. Bakınız Simone de Beavoir mesela, tam bu bahsettiğiniz aralıkta (1908-1986) yaşamış Fransız bir yazar, feminist, filozof. Yalnız değiliz yani.
TÜİK verilerine göre ülkemizde kadınlarda okuma yazma oranı son 20 yılda yüzde 86.9 dan yüzde 95.9’a yükselmiş görünüyor. Bu sevindirici bir yükseliş gibi görünse de eğitimin niteliği de büyük önem arz ediyor. İçinde bulunduğumuz çağın gerçekliğinde daha çok yazmak ve içerik üretmek gerektiğini düşünüyorum çözüme ulaşabilmek için.
Sizi rol model olarak gören genç kızlara hayatla ve kadın olarak var olabilmekle ilgili neler önerirsiniz?
Özellikle kendi jenerasyonum ve bizden sonraki jenerasyon için rotayı bilgiye çevirmek güzel bir seçenek. Fakat yazarın da dediği gibi, “Hayat bütün omuzlara aynı ağırlıkta çökmez”. Birçok bakımdan dezavantajlı güzel insanlar yaşamak istediği hayatı yaşayabilseydi, dünya çok daha değişik bir yer olurdu şüphesiz.
‘Bir Derdim Var’ isimli yeni bir dizide izlemeye başlamıştık ki sizi, dizinin erken final yaptığını öğrendik. Adından da anladığımız gibi derdi olan sosyolojik bir diziydi. Geçmişiyle, sorunlarıyla yüzleşmeyen bir toplumuz. Sorunlarımızın nedenlerini görmek ve çözmek istemiyor muyuz?
Toplumumuz, belirttiğim gibi kalıplarla ya da çerçevelerle tanımlayamayacağımız kadar çeşitlilik gösteren bir toplum. Ayrıca cıva gibiyiz. Her koşulda ve ortamda çeşitli şekillerde varlık gösterebiliyoruz. Yedi bölge, dört iklim bir memleket burası. Akdeniz insanı başka türlü anlatıyor derdini, Mezopotamya insanı başka. Tıpkı değerler ve inanışlar gibi dertler de değişkenlik gösteriyor. Bu gibi sorumluluklar alan bizler için toplumsal olarak değer verdiğimiz ve ortak olduğumuz dertlerimizi kapsayabilmek önemli bir beceri. Ben bu anlamda toplumun her kesimine aynı anda hitap edebilmeyi çok ama çok değerli bulduğum için, toplumu yargılamak yerine iğneyi kendi dilime batırıp “Acaba ben doğru anlatabildim mi?” diye kendimi sorgulamayı tercih ediyorum.
Genç kuşak ile çalışma ve onları daha yakından tanıma şansınız oldu dizi vesilesiyle. Gençlerin hayata bakış açılarıyla ilgili gözlemleriniz neler?
Kendimden genç insanlardan yeni bakış açıları, bilgiler, yöntemler ya da kitaplar, şarkılar öğrendiğimde inanılmaz mutlu oluyorum. Ama bu diziden önce de böyleydi. O yüzden başta ne kadar korksam da öğretim görevlisi olmayı seçtim bir dönem.
Diğer yandan negatif eleştirim ise şu olabilir: Kendilerini bizim zamanımıza göre daha çok önemsiyorlar. İlk bakışta iyi gibi görünse de maalesef iyi bir şey söylemiyorum. Bunda sosyal medyayla beraber şahbaz olan ‘biri olmak’ fikrinin altı boş bir pazarlama malzemesi haline gelmesinin payı büyük. Ama işte önemsedikleri kadar değer de veriyorlar mı kendilerine ondan emin değilim. Son yıllarda uyuşturucu kullanımının bu denli çoğalmış olması da bunun bir göstergesi gibi geliyor bana. Bu çok üzüyor beni.
Sizin gençliğinizde mentorunuz var mıydı? Kimi örnek alırdınız?
Spesifik bir isim yok örnek aldığım. Ya da belki hatırlayamayacağım kadar çok var desem daha doğru olacak sanki. Her meslekten işini iyi ve aşkla yapan insanları örnek alırdım. Bir de sistemin karşısında durmuş ya da duran insanları. Bu yönüm hiç değişmedi, değişmez. Hayat devam ettiği sürece öğrenmeye devam.
Siz neleri dert edersiniz?
Ben dünyayı bütünüyle dert ediyorum kendime hayatta. Çok hassas bir insanım, yaradılışım bu. Değiştiremiyorum. O yüzden bu insanoğluyla da -kendim de dahil- derdim hiç bitmiyor.
‘Kuş Uçuşu’ ikinci sezon Netflix’te gösteriliyor. Medya sektöründeki yakıcı ve yıkıcı hırsı anlatan bir seri. Böylesine yıkıcı hırsları olan insanlarla karşılaştınız mı?
Of course!
Yazar Buket Uzuner bir söyleşisinde, “Sadece kızlarda olan bir şeydir kız neşesi ve coşkusu. Hiçbir şekilde kimsenin onu öldürmesine izin vermeyeceksiniz” der. Siz neşenizi nasıl korursunuz?
Neşemi paylaşarak, çoğaltarak ve yenilenerek korurum. Bir de yalnızken evde güzel müzik dinleyip kendi kendime dans ederim geceleri.
Ve müzik… Müzik bu gezegende dışavurumun en güzel şekli çünkü doğrudan kalbe gidiyor. Sizin doğrudan kalbinize etki eden şarkılar nelerdir? Hayatımın şarkısı dediğiniz bir şarkı var mı? Ve hikayesi nedir?
Müzik hayatımın en önemli parçalarından, başı çeker. Doğduğum evde Türk Sanat Müziği, Klasik Müzik, Jazz, Rock ve Psychedelic Rock, Disco, yerli ve yabancı Modern Çağ müzik türlerinin hemen hemen hepsini dinleyerek büyüdüm. Müzik benim hayat ağacımın kökleri gibidir o yüzden. O dönem ve gelişme çağım boyunca o evde dinlediğim şarkıların tümü ve o minval ezgiler benim kalbimi doğrudan etkiler. Hayatımın grubu Pink Floyd’dur. Hep söylerim dünyamda son bir şarkı olacaksa o Pink Floyd’dur ve tek bir şarkı seçme hakkım olacaksa ‘Shine On You Crazy Diamond’ derim. Ama ‘Children Of Sanchez’ de yolda muazzam gider.
The Simpsons dizisinde Monty Burns bir geri dönüşüm merkezinde bir hippiyle tanışıyor ve ona ‘Shine On You Crazy Diamond’ diyor. Çicek çocuk ve hippi bir yanınız var gibi sezdim bu müzikal seçimlerden.
Hippilik bir akım olarak incelenmiş ve dünya tarihinde gelmiş geçmiş en tutarlı hareket olarak kabul görmüş. Neden olmasın? Demek ki hala mantıklı geliyor birilerine. Ben kendime hippi ya da çiçek çocuk diyemem. Ama 21 yaşımda çok kısa bir süreliğine Joy Türk’te pazar sabahları ‘Çiçek Çocuklar’ diye bir program yaptım. Babam gençken Türkiye standartlarında bir çiçek çocukmuş diyebilirim, annemin ruhu da çiçek çocuk ruhudur. Gençliklerini tahmin etmek zor değil. Ama işte bizim coğrafyamızın gençlerinde hep ya öfke ya da melankoli ağır basmış büyüdükçe. Bize de sirayet etmiş. Hepimiz travmalıyız. Psycedelic Rock çok severim. Saydığım isimlerin hepsi benim çocukluk ve gençlik figürlerim. Gece bara çıkıyorsam da hala bunları dinleyerek eğlenmek için çıkıyorum. Pek bir şey değişmedi yani. 2016 yapımı bir Danimarka filmi ‘The Commune’ en sevdiğim filmler arasındadır. Benim de ruhum hala birazcık çiçekliymiş, ne mutlu şimdi farkettim.
En sevdiğiniz yazar? Ya da başucu kitabınız?
O kadar çok sayıda yazarı o kadar çok seviyorum ki nasıl sığdırayım buraya. Başucu kitabım o ara ne okuyorsam odur. Bu ara Engin Geçtan, ‘Psikodinamik Psikiyatri ve Normal Dışı Davranışlar’. İkincisi yeni ilgim astroloji yorumları. Bazen iyi geliyor. 2012-2014 arası uzun bir dönem başucu kitabım Şefik Can’ın ‘Mesnevi Tercümesi’ idi. O da çok iyi gelirdi.
“Bana sorarsanız eğer, bu hayata ne yapmaya geldin diye, size şunu söyleyeceğim; Ben bu hayata, sonuna kadar yüksek sesle yaşamak için geldim” diyor Emile Zola. Siz, sizce bu hayata ne için geldiniz? Keşfedebildiniz mi?
Ben paylaşmak için geldim, yani bence gelmişim. Çünkü benim elimde değildi dünyaya gelip gelmemek. Sorsalardı ister miydim? Bilmiyorum. Ama illaki bir amacı olacaksa bu gelişin, bilgiyi ya da duyguyu paylaşmak için bir aracım ben. Öyle konumluyorum kendimi. Geçmiş genlerimden taşıdığım yeteneklerim, sezgilerim, travmalarım var. Hayata birçok insandan daha farklı açılardan bakabilme, anlayabilme ve hissedebilme yeteneğimi, sadece kendi hazzım için kullanırsam bu bencilce olurdu. Diğer yandan büyürken yapmak istediklerimi layıkıyla yerine getirebilmem için beni en uygun yola yönlendirebilecek perspektife ve imkana sahip bir ailem olduğu için şanslıyım da. Sanırım ‘biri’ olarak anılacaksam da bir gün böyle anılmak isterim.
Diken olarak sloganımız ‘Yaramazlara biraz batar’. Sizin dikeniniz nedir? Başkalarına hangi yönünüz batar?
Benim de dikenim, kötü kalpli insanlara yani yaramazlara batar. Ama çok da geç batar. Yaramaz olduklarına ikna olmam çok uzun zaman alır çoğu zaman çünkü. Dolayısıyla ben çok dikenli bir bitki olarak göremem bu durumda kendimi. Ama benden az dikenli bir bitki olsaydı ne olurdu onu bilmem. Madem metafor buyurun bunu da siz bulun.