MURAT SEVİNÇ
2015 Ağustos ayında, sıfatı ne olursa olsun; ister akademisyen, ister yazar, ister gazeteci, eli kalem tutan aklı başında hiç kimse, açık anayasa ihlallerini ve parlamenter teamüllerin ‘yerle bir edilişi’ni görmezden gelemez. Her şey olağanmış gibi davranamaz. Memleketi babalarının malı zannedenlerin, yasal bir siyasi hareketi/partiyi göz göre göre imha etmeye çalışmasını onaylayamaz.
Tepki göstermek zorundadır. Ses vermek zorundadır. Yanlışa, yanlış demek zorundadır.
Eli kalem tutanlar, siyasal olsun ya da olmasın hiçbir ‘gücün’ evcil hayvanı olmamalıdır. İnsan, kendisini insan yapan niteliklerinden vazgeçmemelidir.
Asgari sorumluluk sahibi olanlar, doğruları dile getirmekten çekinmemeli ve devasa propaganda dişlilerinden çıkan ürkütücü sesin etkisinde kalmamalıdır. O sesin, gerçeği bastırmasına izin vermemelidir.
Türkiye’de manzara şudur: Tanık olduğumuz hükümet etme biçimi, 27 Mayıs ve 12 Eylül sonrasında ‘çok kısa süre’ yaşanan ‘hukuk/anayasa dışı dönemleri’ andırmaktadır. Bugün yönetenlerin ‘sivil’ oluşu, somut durumu değiştirmemektedir. Ayrıca 12 Eylül sonrasında kurulan ve Milli Güvenlik Konsey ile son derece uyumlu çalışan Bülent Ulusu hükümetinin de ‘sivil’lerden oluştuğu unutulmamalıdır.
Ne oluyor?
İşgüder hükümet
Şu anki hükümetin anayasa hukuku terminolojisindeki karşılığı, ‘işgüder hükümet’tir. Basında ‘yanlış’ adlandırılmaktadır.
İşgüder hükümet, seçim sonrasında yeni hükümet göreve başlayıncaya dek, ‘Cumhurbaşkanı’nın isteğiyle’, ‘mecburen’ işbaşında kalan ve yalnızca zorunlu işleri yapmakla görevli hükümettir. Çünkü ülke, hükümetsiz kalamaz. Mantığı budur.
İşgüder hükümet, önemli kararlar almaz ve önemli atamalar yapmaz. Bu prensipler, herhangi bir yerde yazmaz. Parlamenter sistemin mantığı ve teamülleri gereğidir. Teamülü olmayan sistem yoktur. Hiçbir anayasal düzen, siyasal yaşamın tüm evrelerini ve ayrıntılarını hukuk kuralı haline getiremez.
Örneğin İngiltere’de kraliçenin ‘mutlak veto yetkisi’ varlığını, yüzyıllardır korumaktadır. Ancak kraliçe bu yetkiyi üç küsur asırdır kullanmamaktadır. Çünkü kraliçe, sistem içindeki konumunu bilmektedir. İspanya kralı, Norveç kralı, Alman cumhurbaşkanı vs. ‘konum’larının farkında devlet başkanlarıdır ve sistemleri, herkes konumunun farkında olduğu için sürebilmektedir.
İşgüzar hükümet
Türkiye’de seçim sonrasında hükümet istifa etmiş, Cumhurbaşkanı istifa eden hükümetin başbakanını yeni hükümeti kurmak için görevlendirdiği için eski hükümet sanki seçim hiç yaşanmamış gibi ‘işgüder hükümet’ haline gelivermiştir. İşgüder hükümet, almaması gereken çok önemli kararlar almış, yapmaması gereken yüzlerce atama yapmıştır. Bir hocamın deyişiyle, ‘işgüzar hükümet’e dönüşmüştür.
Herhangi bir mevzuat parçasında ‘Bu kararlar alınamaz’, ‘Atamalar yapılamaz’ yazmaz. Söz konusu olan, bir meşruiyet ve teamül meselesidir. Yürütme organı yetkisini nihai olarak halktan alır. Halihazırdaki hükümet güvenoyuna dayanmamaktadır. Yapıp ettikleri parlamenter teamüllere tümüyle aykırıdır.
Tekrar edeyim: Hiçbir hukuk metninde, ‘Yöneticiler konumlarını bilsin’ diye bir şey yazmaz; ‘bildikleri’, ‘uyacakları’ varsayılır. Şu durumda, ‘Aman efendim bir yasak var mı ki?’ diyecek kadar sakilleşenler, cahil ve arsızdırlar.
Erken seçim kararı: Yeni ve çok büyük bir kazık daha
Şimdi ‘erken seçim’ gündeme getirilmektedir. ‘Erken seçime gitmek’, yani TBMM’ye bir erken seçim kararı aldırmak, Türkiye toplumuna atılacak yeni ve çok büyük bir ‘kazığın’ adıdır.
Kamuoyu bir kez daha aldatılmaktadır. Erken seçim ile TBMM’nin cumhurbaşkanı tarafından feshedilmesi arasında devasa bir fark vardır. Şöyle ki: Anayasa’nın 116. maddesine göre belli koşullar gerçekleştiğinde cumhurbaşkanı ‘fesih’ yetkisini kullanabilir. Bu, bir zorunluluk değildir. Cumhurbaşkanı bu yetkiyi ‘isterse’ kullanır.
1924 Anayasası’nı yapanlar, fesih yetkisini Mustafa Kemal’e vermemişti! 1961 Anayasası’nda vardı ancak çok zor koşullara bağlandığından kullanılmamıştı. 1982 Anayasası ‘fesih’ yetkisini sistem tıkanıklığını aşmak için tanımıştır.
Bu yol kullanılırsa, 116. maddeye göre cumhurbaşkanınca seçim kararı alınacak ve ‘geçici seçim hükümeti’ kurulacaktır. Seçime dek görev yapacak ‘geçici hükümet’e, ‘her parti üye sayısı oranında’ bakan verecektir. Yani CHP’nin de HDP’nin de bakanlıkları olacaktır.
Böyle bir hükümet belli ki AKP tarafından kâbus olarak değerlendirilmektedir. İşte bu nedenle, sürekli olarak ‘erken seçim’ ve ‘azınlık hükümeti’nden söz edilmektedir. Bu yolda AKP’nin büyük müttefiki tabii ki yine MHP’dir. Çünkü MHP, ‘HDP’lileri flu görme’ faşizan illetine tutulmuştur. Onlarla aynı kabinede olmaktansa, erken seçim ya da azınlık hükümetine onay vereceklerdir.
Bunun anlamı açıktır: Hiçbir ciddi yetki kullanmaması gereken, güvenoyu almamış, halkın oyuna dayanmayan bir hükümet (zorunlu olarak üç bakan değiştirip) seçime dek ülkeyi yönetecektir. 1990’larda aylar sonrasına erken seçim kararı alındığı vaki, ancak güncel durumun tarihimizde eşi benzeri yoktur. Bir kez daha anayasal ilkelerin ve teamüllerin ırzına geçilmektedir.
Demokratik teamüllere yönelen bu ‘tasallut’u görmezden gelmek ise açıkça hukuk dışılığın teşvikidir. Eğer bir seçim olacaksa, memleketi seçime cumhurbaşkanı götürmelidir. Böylece partiler seçim hükümetine bakan verebilecektir.
Prens Charles, ‘Terleyen kral olacağım’ derse
Demokratik sistemler, yazılı olduğu kadar yazılı olmayan kurallar sayesinde de işler. Her yönetici konumunu ve sistemin işleyişini kavrar, ona göre davranır.
Mübarek validesi bir gün göçer ya da makamından ayrılırsa Kral olacak veliaht Prens Charles, ‘Ben kral olunca terlemek istiyorum’ derse, belki üç beş kendini bilmez ‘Yaşasın, işte Yeni İngiltere’ der demesine ama İngiltere parlamentosu ve yürütmenin sorumlu kanadı hükümet buna izin vermez. Charles, terlediğiyle kalır. Ya da Almanya cumhurbaşkanı, ‘Vallahi bilemiyorum, bence ben çok farklı bir insanım, bana uygun bir anayasa yapılmalı’ demeyi aklından dahi geçirmez.
İnsan, onurundan vazgeçmemeli
Her insan gibi, eli kalem tutanlar da gördüğünü ve yanlış bulduğunu, bildiğince dile getirmek zorundadır. Kral çıplaksa, ‘çıplak’ demek zorundadır.
Türkiye fiili yöntemlerle rejim değişikliğine sürükleniyorsa, yazıp çizenlerin görmezden gelmesi ya da toplumun gözünün içine baka baka yalan söylemesi, onursuzluktur.
İnsan, onurundan vazgeçmemelidir. Geriye bir şey kalmaz…