BİLGEHAN UÇAK
İnsanın aynaya baktığında gördüğü suretten utanması çok acıklı bir şey olmalı.
O noktayı geçtin mi, seni kimse durduramaz.
Ar damarın çatlamakla kalmaz da fıskiyeye dönüşür, arsızlığını uluorta sergilemekte hiçbir beis görmezsin.
Döndüler dolaştılar, Orhan Pamuk’un Veba Geceleri romanında Atatürk’e hakaret buldular.
Daha önce yalan söyleyerek Ahmet Altan’ın hapsedilmesine giden yolu açan biri, bu kez de zehirli kancasını Orhan Pamuk’a taktı.
Orhan Pamuk, Veba Geceleri’nde Atatürk’le alay ediyormuş.
Ahmet Hakan
Vay bu nasıl iş, diye başladılar, sonrası malum, “Nobel’i böyle verdiler” teranesi.
Emin Çölaşan’la aynı dalga boyunda olmak bence yeterince zavallıcadır ama insanların daha zavallı olmaya çalışmak gibi bir özgürlüğü de var tabii.
Veba Geceleri’ni henüz okumadım ama burada romancılık ve genel manada sanat üstüne bir şeyler tartışacağım için okumadan yazabilirim.
İktisatta “Varsayalım ki” diye sık sık yinelenen bir tabir vardır.
“Varsayalım ki şöyle olsun” dediğinde, çeşitli saptalamalarını yapabilmen için düzlemi aslında olmadığı bir biçimde sabitlemiş olursun.
Varsayalım ki, Orhan Pamuk romanında Atatürk’le alay etsin, ne var bunda?
Orhan Pamuk
Bakın, metin incelemesi öyle basit bir iş değildir.
Ciddi emek ister.
Ama son analizde, Orhan Pamuk eğer Atatürk’le alay ediyorsa, bu bize Atatürk’ün aşağılandığını göstermez.
Romancının kurguladığı dünyayla ilişkisi içinde bir ilişkiyi anlatır.
Biraz açalım.
Ayşe, “Annem kötü bir kadın” diyorsa bu annesinin kötü olduğunu göstermez; annesiyle ilişkisinde, o an için, Ayşe’nin onu ‘kötü’ gördüğünü ve bunu söyleyebilecek bir ortamda bulunduğunu gösterir.
Roman dediğimiz ‘kurmaca’ diye geçer, İngilizce ‘fiction’, yani burası yaratıcının evreni.
Bu evrende de istediğini yazabilir çünkü eğer belli ahlaki ya da dini ya da ideolojik baskılarla çerçeve çizmeye çalışırsanız, o eseri değil doğrudan sanatı, sanatın yaratıcılığını öldürmüş olursunuz.
Atatürk ve Orhan Pamuk örneğinden devam edelim ama siz bunu X ve Y olarak da okuyabilirsiniz.
Orhan Pamuk, Atatürk’le alay etmek için bir roman yazabilir mi?
Yazabilir.
Adını da Atatürk’le Alay Etmek İçin Bu Romanı Yazdım koyabilir mi?
Koyabilir.
Kendi romanında Atatürk’e ister sigara içirir ister içirmez, isterse saçını mora boyatır isterse jazz şarkıcısı yapar… çünkü bunların hiçbiri bize Atatürk’ü anlatmaz, yazarın Atatürk’le ilişkisini anlatır.
Baktın ki çok saçmalıyor, okumazsın.
Kale alınmayan binlerce kitap var böyle, mecbur değilsin çünkü okumaya.
Daha ‘pop’ bir örnek vereyim.
Mustafa Sandal, anılarını yazdı ama Defne Samyeli’yle ilgili gerçek olmayan bir bölüm olduğu için kitap toplatıldı.
Oysa, Mustafa Sandal bir roman yazıp Sefne Damyeli diye bir karakter kurgulasa ve aynı şeyleri yazsaydı kitap toplatılmazdı.
Nedir aradaki fark?
Çünkü birincisi ‘hakikati’ söylediği iddiasındadır ama ötekisi bize sadece kendi hayal âleminde Mustafa Sandal’ın böyle bir aşkı yaşamayı çok istediğini ama karşı taraftan böyle bir yakınlık göremediği için bunu kurmacasında yaşadığını anlatır.
Burada da bir tek Mustafa Sandal’a acırız, o şöyle anlattı diye Defne Samyeli ne değişir ne de öyle olur çünkü.
Üstelik ‘Yeni Eleştiri’ ve ‘yakın okuma’ dediğimiz teknikle metne girdiğimizde başka bir ton şey yakalarız.
Neye dair?
Yazarın dünyasına tabii ki, anlatılana değil.
Tabii ki anlatılana dair malzeme de vardır ama onu değerlendirmek, başka bir yazının konusu olabilir.
İşi biraz daha çetrefil hale getirelim.
Son yıllarda artık aşırı patriyarkal bir ortamda yaşadığımız için gözümüze olağan geliyor ama mafya liderleri, seri katiller, tecavüzcüler, sapıklar ve bilumum manyaklar da romanlarda yazılır.
Yazılması da çok hayırlıdır, toplumun yararındadır.
Gündelik hayatta namlı bir generali hep generalliğini ‘performe ederken’ görürüz ama roman gibi, piyes gibi işlenmiş sanat ürünlerinde aynı generalin hiç bilmediğimiz yönlerini de görme şansımız olur.
Mesela, Raskolnikov’un hikâyesini gazetede okursanız muhtemelen “Katildi, ettiğini buldu” gibi bir yorum yaparsınız ama Suç ve Ceza size Napolyonesk bir genç kahramanın trajedisini ve yaptıklarını neden yapmış olabileceğini anlatır.
Bu da sizi düşünmeye iter, peşin hükümlerden uzaklaştırır.
Böylece, siz yeni cinayetler işlenmesin diye önlem alabilirsiniz.
Mahkemede yapabileceğiniz bir şey değil bu, ancak sanat sizi buraya götürür.
Anna Karenina için “Su testisi su yolunda kırılır” demek de mümkün, Bihruz Bey’i aptal bir rantiye olarak görmek de.
Ama Araba Sevdası’nı farklı bir gözle okuduğunuzda halk çocuklarını askeri okullara alma kararının ve yeni okullar açılmasının mantığını da yakalayabilirsiniz.
Solomon Volkov, “Stalin’le alay etti” diye yazarların başına neler geldiğini anlatıyor Büyülü Koro kitabında.
Sonuçta, SSCB çöktü gitti.
Nazi tecrübesinde değil buna cüret edenlerin, aklından geçirenlerin başına neler geldiğini biliyoruz.
Bugün üç-beş meczup hariç Nazileri hayırla anan kimse yok yeryüzünde.
Ortaya çıkarılan sanat ürününü beğenmeyebilirsiniz, iğrenç bulabilirsiniz, etkisizleştirmek isteyebilirsiniz…
Bunun yolu ciddi bir okuma ve eleştiri yapabilmekten geçer, yasaklatmaktan değil.
Nazım yasaklandı da ne oldu?
Kemal Tahir’den Çetin Altan’a yüzlerce yazar hapse tıkıldı da ne oldu?
Sabahattin Ali öldürüldü de ne oldu?
Atatürk’ü tabulaştırmak en çok ona zarar verir.
Sadece Turgut Özakman’ın romanlarında veya Atatürk Gibi Beyefendi ve Şık Olmak gibi kitaplarda arzı endam ederse Atatürk, ‘idealleştirme’ ve ‘tabulaştırma’ bizi yasakçılığa götürür.
Bunlar çok müphem kavramlar olduğu için, çok kısa bir süre sonra kimsenin roman yazamadığını görürsünüz.
Yasakçılık nereden gelirse gelsin sanatı öldürür.
Bir bakarsın içki yasak, eşcinsellik yasak, ateizm yasak, Atatürk yasak, o yasak bu yasak derken herkes tektipleşmiş, aynı şeyleri yazıyor olur.
Ama özgürlük de, yasakçılık da bir nokta değil, süreçtir.
Her zaman atılabilecek bir adım daha vardır.
Yasakçılık, sanatı öldürür.
Atatürkçülerin seveceği biz sözle bitireyim.
“Sanatsız kalan bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”
Saldırdığınız Orhan Pamuk değil, sizsiniz.
Kendi hayat damarlarınızı kesiyorsunuz.