ŞULE TÜRKER
suleturker34@gmail.com
Tiyatro ve sinema oyuncusu, senaryo yazarı, seslendirme sanatçısı Metin Belgin, 40 yıllık anılarını ‘Renkli-Türkçe Sine’Masal’ adlı kitapta topladı. Literatür Yayınlarından çıkan kitapta, Yeşilçam dönemi, o yılların teknik imkansızlıklarıyla yapılan seslendirmeler, tiyatro sahnelerinin ve dizi setlerinin ‘geri planında’ yaşananlar, Belgin’in şahit olduğu ya da bizzat yaşadığı olaylar, renkli anektodlar yer alıyor. O yıllara tanıklık edenlerin anılarını tazeleyecekleri, yeni kuşakların ilgiyle okuyacaklarını düşündüğüm kitaptan bazı bölümler şöyle:
Çocukluk rüyalarım
On yaşında falandım, evde kız kardeşlerimle pek rahat durmuyoruz, ortalığı fena dağıtıyoruz, annem temizlik yapacağı sabah Tayyare Sineması’na yolluyor bizi. Üç kardeş elimizdeki filede ekmek arası kuru köfte ve Uludağ gazozu, biletlerimizi kestirip, ışıklar kararmadan oturuyoruz numaralı koltuklarımıza, bizden başka birkaç seyirci var. İki filmi de seyrettikten sonra arada dışarı çıkar gibi yapıyor, başka kapıdan yeni gelmiş gibi girip, başka koltuklara oturuyoruz, ikinci kez izliyoruz iki filmi… Sahneler ezberimde ama olsun, bir kere daha izlemek için ışıklar karardığında tuvaletten dönüp, yine giriyoruz salona; işte o an yer göstericinin feneri suratımda patlıyor, eyvah yakalandık! Adam kızmıyor ama vaziyetin farkında uyarıyor; “Oğlum artık akşam oldu, annen merak etmiştir.” Yüzüm kızarmış halde istemeye istemeye boş fileyi de unutmadan eve dönüyoruz, yolda Malkoçoğlu gibi yürüyorum.
Şimdi peşime takılın bizim eve götüreyim sizi… Çiçek köftecisinin yanındaki iki katlı sarı ev, demir kapının iki yanında terzi ve elektrikçi dükkanları olan. Alt katta, merdivenlerin yanında odunluk olarak kullanılan karanlık odayı sinema salonuna dönüştürme hayalindeyim, baharda odun kömür tükenince oda boşalıyor. Önce gaz tenekesinin içine ampul yerleştiriyorum harçlığımla da mercek alıyorum, el yapımı projeksiyon hazırlıyorum yani… Beyaz çarşafı geriyorum duvara, sinemalardaki makine dairelerinin çöpçüsü gibi, kesilen, atılan film karelerini topluyorum, tenekemin önüne yerleştirip, çarşafa yansıtıyorum. Sinemacılık böyle başlıyor, bilet bile kesiyorum okul arkadaşlarıma kapıda… Babam Almanya gezisinden 8 milimetre film göstericisi, kamera ve kasetçalar getiriyor bana 1969’da… Artık çok havalıyım, evimizin bahçesinde yazlık sinema açıyorum; Şarlo, Posta Arabası, Lorel ve Hardi gibi şahane filmler gösteriyorum, hem de kasetçalardan müzikler eşliğinde…
İstanbul’un orta yeri sinema
Yeşilçam’ın ‘Katibim’ tarzı filmler çeken ünlü yönetmeni Ülkü Erakalın’la tanışıyorum, kamera karşısına geçme şansını yakaladım bile! ‘Türkücü’ filmi, İsmail Kılıç ve Ayşen Cansev başrollerde… İki sahnem var, olsun, türkücüye tuzak kuran kötü adamın yanındaki kötü adamım, figüran yani, kısaca FGR… Benim derdim sette kalmak, set ortamının havasını koklamak… O günlerden en çok aklımda kalan da Nubar Terziyan… Elinde körüklü makyaj çantasıyla. Ermeni şivesiyle, al yanaklı Nubar Baba’dan anılarını dinliyorum ama ilk gözlemlerim bir hayli kasvetli… Beni hayrete düşüren hepimizin sevgisini kazanmış karakter oyuncuların, setten sete koşarak para kazanma çabaları. Sigorta yok, güvence yok, sendika yok, ‘oynamam’ deme lüksü hiç yok. Sinemamızın emektarlarını tanıdıkça yüreğim sızlıyor, setten evine dönmek için durakta otobüs bekleyenlere rastlamak gerçekten içler acısı. Yine de set ortamı her şeye rağmen cezp edici, büyülü bir atmosfer, kameranın karşısına geçiyorsun, ışıkların altındasın, bambaşka biri olarak, belki de kahraman olarak canlanma hayalindesin. Herkes bir biçimde katlanıyor işte. Yeşilçam dedikleri yerli sinemamız, düşük bütçeli türkücülü melodramlar ve erotik filmler üretmeye devam ediyor o zamanlarda…
Cüneyt Arkın’dan az dayak yemedik!
Kavgacılarla da çalışıyorum, onlar başka alem. Yumruk atarken ‘duf, duf’ diye ses çıkarıyorlar, daha heyecanlı, daha canlı olduğunu söylüyor kavgacı figüran. Aman dikkat, burnumu kırma sakın. “Hiç öyle şey olur mu? Biz bu işi Cüneyt Abi’den öğrendik. Bi hata yaptık mıydı kafamızı kırardı, az dayak yemedik”. O gün dayağın cennetten değil, Cüneyt Arkın’dan çıktığına gerçekten inanıyorum…
Senin annen bir melekti yavrum
‘Üç İstanbul’ dizisine dahil olduğumda tanışıyoruz Bülent Oran’la. Sevecen, kalender, senini hiçbir zaman yükseltmeyen, egosunu patlatmayan bir beyefendi, bir çelebi, sırrım gibi bir aktör duruyor karşımda. 1950’lerde Gregory Peck’e benzetilen, ‘Drakula İstanbul’da’ filminin vampir avcısı… Herkes tarafından bu kadar sevilen, saygı duyulan başka birini bu piyasada görmedim desem yalan olmaz… Hamallık, serserilik, hukuk, yazarlık, çizerlik, sanat tarihi, oyunculuk, sonunda da senaristlik. Siyah beyaz film jeneriklerinin çoğunda adını mutlaka okursunuz, kalabalıkların içinde kahvehane köşelerinde not defterine yazdığı 700’den fazla senaryosu Yeşilçam filmine çekilen, klişeleri en iyi kıvırıp yazan, güldüren ve ağlatan diyalogları belleğimize kazınan Bülent Oran… ‘Senin annen bir melekti yavrum’…
Serserilik günlerini de, çapkınlıklarını da içtenlikle anlatıyor; tavlamak için kızlara Nazım’ın şiirlerini okurmuş, şairin adını bile anmanın tehlikeli olduğu yıllar, yakalanma korusuyla, ayakkabısının ökçesinde saklarmış şiirleri…
Akustik sorununa ‘zeki’ çözüm!
Elhamra Pasajı’nın en üst katında yeni bir seslendirme stüdyosu açılmış. Stüdyo dediğim yine bize has… Suntayla bölünmüş bir oda getirin gözünüzün önüne, o sunta duvarların üzerine dekoratif görünümlü kare yumurta kapları dizilmiş. Hayır, mekan daha önce yumurta deposu falan değilmiş. Tavuk yumurtalarının kırılmadan taşınmasını sağlayan mukavva, burada akustik sorununu halletmek için kullanılmış hem de ucuza, zeka işte! Akustik sorunu yumurta kaplarıyla çözülüyorsa, başka teknik eksiklikleri de bizzat bizim gidermemiz gerekiyor. Mesela, burnumuzu tıkamak suretiyle… Evet, baş parmakla işaret parmağı arasına sıkıştırdığımız burnumuzdan nezleli bir ses çıkartırız ya, işte o telefondan duyulan ses olarak kaydediliyor!
Filmler sessiz çekildiği halde ezber oynama titizliğinde, bu sebeple de sufle almamış oyuncu gördüğünde ‘kulağı uzamış’ diye alay edebiliyor. Oynadığı sahneyi tekrar çekme şansı pek yok gibi, çünkü negatif film çok pahalı. Bir keresinde hata yapmış, tekrar istemiş yönetmen kamerayı gösterip, ‘Bunun içinden dikiş ipliği geçmiyor’ diye azarlamış.
Clint Eastwood’un sesi kim olacak?
Clint Eastwood sevdiğim aktörlerden ancak filmlerini kendi sesiyle hiç izlememiştim… Bu adamın seslendirmesine beni niye çağırdılar ki? Ne yaşımız ne sesimiz uygun… İşin aslına Fono stüdyosunda kulaklığı takıp sesi sahibinden duyunca uyanıyorum. Muhterem Amerikancayı dişlerinin arasında çiğneyen, zaman zaman karnından konuşan vantrolog gibiymiş de haberim yokmuş! Onun bize hiç uymayan içten içe konuşmaları dublajcılarımız tarafından münasip şekilde düzeltilmiş meğer… Şimdi mevzunun en önemli kısmına geliyorum. Clint Eastwood, Türkçe sesini dinleyip seçmek istiyormuş… Warner Bros.’dan piyasaya kaset olarak çıkacak tüm filmleri için konuşanı belirleyecekmiş…Ben dahil üç dublajcıdan alınan sesler Hollywood’a gönderiliyor, heyecanla beklemeye başlıyorum… Sonunda haber geliyor, Clint abi dinlediği üç sesin içinden beni seçmiş. Bir heyecanlanıyorum ki sormayın. Onun tescilli Türkçe sesi olarak giriyorum stüdyoya, filmlerini ardı ardına seslendiriyorum.
Özel televizyonların yayına başlamasıyla video artık gözden düşüyor. Amerikalı biraderler bu kez de sinema salonlarına el atıyor. Seslendirmede yine başa dönüyoruz, televizyon kanalları için çalışan stüdyolar, iş çokluğundan zamanla yarışır hale geliyor, eskileri mumla aratacak kadar özensiz dublajlı filmler yayınlanıyor, ne kural kalıyor ne ilke. Ünlü sesler o hengamede nihayet seslerini yükseltiyor; ‘Kalite ve para yoksa konuşmam’. Ne olacak peki? Ortalık toz duman. İsyancıların derhal kovulması, yenilerinin bulunup yetiştirilmesi talimatını veriyor büyük patronlar. O kadar kolay mı?
TV’de 7 dergisi ev hanımlarına manşetten çağrı yapıyor: “Örgüden dantelden, konkenden sıkıldıysanız, kupon kesin, form doldurun, dublaj sanatçısı olun!”
Merak ettiğim, Clint Eastwood’u seslendirmek için kaç kupon gerekiyor acaba?
Atatürk’ü oynamak yasak!
Yıl 1950… Holywood, Atatürk’le ilgili film çekmek istiyor, yapımcılar benzemeli mi tartışmasına odaklanmışken, birçok ünlü oyuncunun Atatürk rolü için adı geçiyor; Yul Braynner, Curd Jurgens, Charlton Heston, John Wayne, Kirk Duglas… Ama yabancı bir oyuncunun oynamasına sıcak bakılmadığı, Türkiye’de tepkiyle karşılandığı için proje rafa kaldırılıyor. Uzun yıllar da bu tabuyu kimse yıkmaya yanaşamıyor. Geçmişteki bu olayların başka türlüsünü de yıllar önce ben yaşıyorum; Yüzüncü doğum yılına yaklaştığımız zamanlar… 1980’de Behlül Dal ‘Bandırma Vapuru’ belgeseline farklı bir görsellik katmak, tabuyu yıkmak, Atatürk canlandırması yapmak istiyor ilk kez. Oyuncu seçimi sırasında Raik Alnıaçık önermiş beni, kalbim çarparak, uçarak gidiyorum yazıhaneye. Fotoğraflarım çekiliyor, senaryo veriliyor, yönetmenle el sıkışıyoruz. Ertesi gün berbere gidiyorum, dükkandaki çerçeveli Atatürk portresini gösteriyorum, ‘Aynen böyle traş et’. Aynada kendime, O’na benzemenin bakışlarını atıyorum gururla. Kostüm deposundan giysilerim seçiliyor, hazırım artık. Kasımpaşa tersanede, 16 milimetre kamerada siyah beyaz negatif dönmeye başlıyor. Gemi güvertesinde Atatürk’ün denize dalgın, düşünceli bakışları… Heyecan, onur karışımı bir duyguyla canlandırıyorum Başkumandan’ı. Sette bir bayram havası, Samsun’a çıkası var bütün ekibin.
Bir süre sonra yeni sahneler hazırlanırken iptal haberiyle sarsılıyorum. Nasıl yani? Beyoğlu’ndaki yazıhaneye gidiyorum, hayırdır? Genelkurmay’ın yasaklamasını duyunca şaşırıyorum; ‘Atatürk’ün canlandırması yapılamaz!’ Yani hiçbir oyuncu oynayamaz Mustafa Kemal’i. Peki neden? Yönetmen senaryonun onaylandığını, gerekli izinlerin alındığını söylüyor ama son dakikada verilen yasak kararını kimse sorgulayamıyor. N’olucak şimdi? Yine fotofilm merkezinin eski görüntülerinden bir kurguyla belgesel eski usulde bağlanacak, çekilen sahnelerim de çöpe atılacak… Böyle bir şansı kaçırdığım için yaşadım üzüntüyü anlatamam.
Yedi yıl sonra TRT Kuruçeşme koridorlarında dublaj sıramı beklerken, Ziya Öztan beni görüşmeye çağırıyor. Ateşten Günler dizisine hazırlandığını biliyorum. Herhangi bir rol teklif edeceğini düşünüyorum, olsun o dizide oynamak bile yeter. Kulaklarıma inanamıyorum; Atatürk rolü benim. İlk kez bir dizide yine Gazi’nin Kurtuluş Savaşı yıllarını canlandıracağım, şansımın ikinci kez döndüğünün farkındayım, heyecandan bacaklarım titriyor ama çaktırmıyorum, bu sefer tamam galiba. Tabu yıkılacak. Benden istenen, pek ortalara çıkmamam, münzevi bir yaşantı yani… Çekimler süresince hiçbir mekanda görünmeyeceğime, paparazzilere yakalanmayacağıma söz veriyorum, yemin bile ederim! Kitaplara, belgesellere dalıyorum, filmlerden mimiklerine, jestlerine bakıyorum, sıkı hazırlanıyorum. Ayrıca 1920’de Meclis’te memur olarak çalışan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’ndan dinliyorum Atatürk’ü, yani birinci ağızdan… Bir gece O’nu rüyamda görüyorum, bilinçaltındaki kabusla irkiliyorum: ‘Sen kimsin? Beni nasıl oynarsın?’ Yine korku kaplıyor içimi…
Hadımköy’de tren sahneleriyle başlıyoruz, hadi hayırlısı! Buharlı lokomotifin çektiği vagon penceresinden yaralı hasta yorgun halka bakıyorum, milletini bu kadar çok seven ulu önderin mavi gözlerinden… İnsanlığının ve dehasının müthiş enerjisini hissediyorum. Kanla, inançla, inatla ve zaferle yazılmış bir tarihin içindeyim, sanki zaman tünelindeyim, ne mutlu bana…
Genelkurmay sahnenin çekimine karışıyor… Yani sinematografik yaklaşıma izin verilmiyor, yönetmen bu dayatmalar karşısında sahneyi çekmekten vazgeçiyor, o tüylerimizi diken diken eden emri savaş görüntülerinin üzerine ses olarak koymaya karar veriyor. Dört gün bekledikten sonra moralim bozuk dönüyorum İstanbul’a…
Sonra yasak kalkıyor ya da deliniyor diyelim, dizi ve filmlerde Atatürk’ü oynamayan oyuncu kalmadı gibi. Lakin dünyanın izleyeceği film henüz beyazperdeye yansımadı maalesef. Son günlerde restore edilen Atatürk belgeselleri sosyal medyada paylaşılmaya başlayınca aklıma geldi bunlar…
Yasak sözcükler
Darbeli yılların TRT Kuruçeşme İstanbul stüdyolarına uğrayalım mı? Her gün sahtan akşama uzun metraj film, dizi film, belgesel seslendirmesi yapıyorum. Bazen de TRT yapımı yerli dramalarda konuşuyorum… O zamanların seslendirme yönetmenlerini de hatırlayalım; Sacide Keskin, Tayfur Ersözlü, Tülay Samurkaş, Kemal Bilici, Naile Atasagun, Arhan Elçin…
Amerikan polisiye İki Arkadaş dizisinde siyahi polisi konuşuyorum… Çeviri metninin her satırı kırmızı kalemle düzeltmelerle, her kelimesi karalamalarla dolu, tembel öğrencinin öğretmen tarafından kulağı çekilmiş ödevi gibi. Artık TRT’de her kelimeyi telaffuz etmek yasak! Senin meselen varsa, nasıl olur da ‘sorunum var’ dersin, niye peki? Sual sorma, yasak hemşerim, yasak işte! Bu arada ‘evren’ de yasak! Kenan Paşa’nın soyadını kainat olarak mı söyleyeceğiz? Kaşlar çatılıyor, bir hamle daha yaparsan fişlenirsin!
Bu denetçi tayfasına biz ‘sünnetçi’ diyoruz, onların öteki işi de kesmek. Bir filmde ya da dizide öpüşme varsa, hemen saymaya başlıyor, ‘Bir, iki, üç, kes!’ Sayma süresi denetçinin insafına kalmış, yavaş sayarsa öpüşme sahnesini hayal meyal görebiliyoruz, ha bu arada fosur fosur sigara içmek, puro tüttürmek serbest! Buzlu viskilere de buzlama yok henüz!
Spielberg’den teşekkür
Muhittin Uzal bana trailer yani fragraman konuşacağımı söyleyince kulaklarıma inanamıyorum, bir hayalim daha gerçekleşiyor. Amerikan yapımlarından yani UIP’nin (United International Pictures) Türkiye’de vizyona giren filmlerinin televizyonda yayınlanan fragmanlarda dış ses oluyorum… O kadarla kalmıyor, yıllardır sürüyor, daha sonra Disney’inkiler de dahil oluyor. İlk seslendirdiğim fragmanı ajandama not etmişim: 31 Ekim 1994, Forrest Gump… O günden bu güne 26 yıl olmuş valla…
Spielberg, Dünyalar Savaşı’nı çekmeden bir yıl önce radyolarda yayınlanmak üzere teaser hazırlatmış. Hani 1938’de Orson Wellles’in radyoda okuduğu, Amerika’da paniğe ve kaosa neden olan Uzaylılar geldi paragrafının her ülke için her dilde okunmasını istemiş. Sanki devlet sırrı gibi gizlilik içinde bana İngilizcesini okuyan sesi dinletiyorlar, ben de aynı paragrafı Türkçe seslendiriyorum. Bütün dillerin içinde en çok Türkçe seslendirmesini beğenmiş Spielberg, bana teşekkür göndermiş…
Şimdi sıkı durun! Bir takıntılı yönetmen daha… Stanley Kubrick. O ünlü savaş filmi Full Metal Jacket’in fragmanını Türkçe dinlemek istemiş, Warner Bros.’cular kaydı kendisine göndereceklerini, beğenmezse sesi değiştireceklerini söylüyorlar… Stüdyoda sanki Kubrick karşımdaymış gibi konuşuyorum, özene bezene. Dahi abi, sesimi dinlemiş, yayınlanmasına izin vermiş, ağzım kulaklarımda tabii…
Sanmayın ki, Amerikalı Don LaFontaine gibi zengin oldum. Bize gelince her şey indirimli ya, dublaj da öyle… Fragman seslendirmesi reklam sayılmadığı için daha düşük kaşeye konuşuyorum. Üstelik adamım, “Coming soon” diye bitiriyor lafını, ben o beş saniyede filmin adını, hangi tarihte vizyona gireceğini de söylemek zorundayım, sahnelerin içine taşması istenmediğinden hızlandırıyorlar bazen. Orhan Boran’ın Yuki’si gibi sesim cırtlaklaşıyor saçma sapan
Dizi dizi dizildik
Dizi sevenlerden misiniz? Öyleyse sete götüreyim sizi. Sabahlara kadar çalışacağız ama uyumak yok ona göre. Çoğu zaman 15 saati buluyor çekimler, ayaz geceler en fenası, sıcak havada çekilen sahnenin devamını aynı kostümle dışarısı buz gibiyken dişlerin takırdaya takırdaya oynamak zorundasın çünkü yayına yetişecek…
Eskiden yapımcının, yönetmenin, hatta senaristin borusu öterdi dizilerde. Sonra yavaş yavaş TV kanallarının her şeye burunlarını soktukları döneme geçildi. Örnek mi istersiniz? Star’lı bi dizinin kalabalık yemek sahnesindeyiz, prova, kayıt, genelleri bitiriyoruz, yarı genelleri de bütün olarak çekiyoruz, yakın planlara geliyor sıra. Stop! Kanaldan haber gelmiş, çekilen sahne değişecekmiş! Nasıl yani? Emir büyük yerden! Yemek arası verip yeniden yazılacak sahneyi bekliyoruz, set hazır ama her şey sil baştan.
Bölüm stoklamayı ortadan kaldırdılar, reyting ölçümlerine göre senaryo değişebiliyor, karakter ya köpürtülüyor ya da diziden atılması için ölüm sahneleri yazdırılıyor senaristlere. Ben de bi kaç dizide ‘Öldürün beni’ diye bağırdığımı hatırlıyorum valla. Çalışma koşullarının zahmetine katlanmaya alıştık ama her şeyin bir sınırı var, 25 saattir setteyim, birinci ekip uyumaya gitti, ikinci ekip ‘Günaydın’ diyor gece yarısı, zifiri karanlıkta kahvaltı sahnesi çekeceğiz, o parlayan ışıkta gözlerim kan çanağı gibi üstüne de rüzgar çıkıyor havuzun kenarında, bardak tabak ne varsa uçuyor, ben de uçuyorum, ‘Öldürün beni’.
Dizi sektörü maalesef Yeşilçam’dan miras kalan sömürü düzenini sürdürüyor, majör yapımcılar bile milyon dolarlık platolar inşa ediyorlar ama çalışma koşullarlını hiç hesaba katmıyorlar, kanallar zaten beş kuşak reklam peşinde, her hafta en az 120 dakika eziyet çekiyoruz, ekin hiçbir güvencesi yok, hepsi eve ekmek götürmek derdinde, kimse sesini çıkartmıyor. Batı’da bu işlerde hafta 5 gün ve çalışma süresi en fazla 10 saat. Vakti zamanında bu yüzden eylem bile yapıldı AKM’nin önünde, sonra ne oldu herkes suspus!
Güç seninle
Star Wars filminin Türkçe seslendirmesinde Samuel l. Jackson’ın oynadığı Mace Windu’yu konuşuyorum. Meraklıları için hatırlatayım, bölümün adı ‘Sith’in İntikamı’ Vipsas ses stüdyosuna gidiyorum, Amerikalı seslendirme yönetmeni çıkıyor karşıya, monitöre bakıyorum benim adamı görmek için ekran tamamen buzlanmış, net hiçbir görüntü yok, sadece oyuncunun ağzı açıkta, niye peki? Bizi korsan üçüncü dünya ülkesi belledikleri için, potansiyel hırsız kabul edildiğimizden film vizyona girmeden önce çalıp göstermeyelim diye önlem almışlar. Amerika’dan misaller verip, durdum yazdıklarımın içinde medeniyet namına uygarca yaşamanın sancılarıydı hepsi, artık bu kadarını da hak etmiyoruz…
Yıldız Savaşları diye zihnimizde tercüme ettiğimiz Star Wars dublajını tamamlıyorum, önüme sözleşme koyuyorlar. Sayfalarca yapımcı haklarını koruyan, hukuk dilinde yazılmış, sanki İncil üzerine yemin ettirmeye kadar varacak tek taraflı sözleşmeyi mecburen imzalıyorum. Şimdi bizimkilerin de kopyala yapıştır yaptı bir madde var; akıllara ziyan, verdiği üç kuruşun karşılığında filmin sahibinin ‘icat olmuş ve olması muhtemel bütün teknolojilerde’ sesimi kullanma yetkisine haiz olduğu maddesi. Buyrun buradan yakın!
Bizde ilk sansür ‘Mürebbiye’ filmine
Neyi anlatmadım diye düşünüyorum, en berbatlarından birini sona bırakmışım. Sansür elbette, yasaklarla geçen hayatımızda damgasını perçinleyen, 1930’ların sonunda, özellikle sinemaya uygulanan bir kanun var ki, Polis Vazife ve Selahiyetleri diye, işte o kanuna dayandırılarak filmleri yasaklayan gerekçeleri okudukça, ‘bu kadarı da olmaz’ diyorum. Metin Erksan’ın filminden başlayalım, Aşık Veysel’in hayatı. ‘Karanlık Dünya’da köy tarlasında ekinleri çok kısa boylu, cılız gösterdiği için yasaklanıyor. Bakış açısına bakın! 1963’te ‘Susuz Yaz’da yine sansürün gazabına uğruyor. Metin Erksan kadını ölen kocasının kardeşiyle evlendirdiği için, filmin kopyası yurtdışına kaçırılıyor, Berlin’de Altın Ayı’nın sahibi oluyor, kafalar karışıyor, Kültür Bakanlığı’ndan kokteyller, plaketle taltif edilmeler falan… Buraya bir not daha düşmeliyim; bizde sinemaya ilk sansür, 1919’da işgalci Fransız general tarafından, Fransız kadını küçük düşürdüğü gerekçesiyle, Ahmet Fehim’in yönettiği ‘Mürebbiye’ filmine uygulanıyor, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanından uyarlanan…
Kesip biçerek doğramak da paranoyakça düşüncenin korkusu aslında, İstanbul boğazında sahne çekmek, ‘düşmana stratejik noktaları gösteren casusluk’ olarak algılanıyor ya da zenginin yoksul karşısında üstünlüğünü vurgulamak vatan hainliği… Tunç Okan’ın ‘Otobüs’ünün başına gelenler ibretlik doğrusu… Türkleri küçük düşürdüğü sahnelere bakın hele, bayat ekmek ve soğan yediriyor, ayakta işetiyor, iki paralık ediyor bizi… Yılmaz Güney de yasaklananlar listesinin başına yazılanlardan. Bursa’da Tayyare sinemasında ‘Umut’ filmini izlemeye gittiğimde afişin üzerine ‘Danıştay kararıyla’ eklenmişti hatırlıyorum… 1977’de tüm sinema çalışanlarının, emekçilerin starların birlikte sansüre karşı yürüyüşünün, sektörün ses getiren tek eylemi olduğu gerçeğini de vurgulamak istiyorum.
80’lerin sonuna kadar iki türlü denetim var, önce senaryo, sonra film…
Bir örgütle ilişkin var mı?
Gelelim benim yaşadıklarıma… Nazım Hikmet filminin senaryosunu yazıyorum uzun zamandır, yıl 2006, Cihangir’deki evime gidiyorum. Evde şık giyimli MİT elemanı. Hayırdır? Biket, soruşturma için geldiğini söylüyor polisin, neyin soruşturması? El sıkışıyoruz, koltuğuma oturuyorum, aradığınız adam karşınızda buyurun.
‘Nazım Hikmet senaryosu yazıyor muşsunuz?’
‘Evet, yazıyorum’
‘Bir örgütle ilişkin var mı onu araştırıyoruz’.
‘Ne örgütü?’. Bilmediğim birileri gizlice beynimi ele geçirip senaryo mu yazdırıyor bana. Kitaplığımda duran Nazım portresine çeviriyorum bakışımı, ‘Büyüksün üstat, devlet bugün bile senden korkuyor’ diyorum, tekrar polise dönüyorum, ‘ben kadrolu devlet tiyatrosu sanatçısıyım, kurumumdan araştırabilirsiniz’.
Bu tuhaf mesnetsiz soruşturmadan hiçbir sonuç çıkmıyor tabii ki…
Bin bir güçlükle Mavi Gözlü Dev tamamlanıyor, sinemalarla vizyon anlaşması yapılıyor, fragman hazırlanıyor, tanıtımın son sahnesi, Nazım Hikmet’i oynayan Yetkin’in mahkemedeki yakın plan görüntüsü ve sözleriyle bitiyor: Ben şairim, komünist şairim.
35 milimetre kopyalar basılıp hazırlanıyor, gönderiliyor ama dağıtımcıdan geri dönüyor. Niye? Sinema sahipleri ‘Komünist’ sözünün çıkarılmasını istiyormuş, bazı gruplar tarafından sinemaları taşlanırmış. ‘Çıkarmazsak?’ filmi vizyona sokmakta sıkıntı çıkacak. O zaman filmdeki sahneleri de keser atar bunlar… İçim burkula burkula fragmandaki ‘sakıncalı sözü’ makaslıyoruz, bazı şehirlerde korkudan filmi göstermeyen sinemalar oluyor, oynatanların neleri kuşa çevirdiği onların insafına kalmış, ne diyeyim, herkesin başına gelen türlü belaların yanında benimkinin lafı bile edilmez… Şöyle bir hayal kuruyorum; bir sabah sansürsüz bir dünyaya uyanmak, dalga geçmeyin, ütopik olduğunu biliyorum deli falan değilim. Her zaman birileri çıkıp toplumu hizaya getirmek gerektiğini savunacaktır, bunun için savaşacaktır olsun ben bütün kötülüklerin karşısında hayal edenler tarafında kalmayı tercih ediyorum, kendimi böyle daha özgür, daha insan gibi hissediyorum…