ARKADAŞ ÖZAKIN
@ArkadasOzakin
Üniversiteyi ODTÜ fizikte okumak istiyordum. Lise yıllarında TÜBİTAK kampları için gittiğim bu okul/bölüm kampüsüyle, hocalarıyla, muhabbetçi ağabey ve ablalarıyla kalbimi çalmıştı.
Annem “Liseyi yatılı okulda okudun, göremedik. Üniversiteye de başka ile gidersen bir daha seni hiç göremeyiz, gel Boğaziçi’ni de düşün, İstanbul’da kal” dedi. Kıramadım. Birlikte fiziğe, matematiğe gönül verdiğimiz birçok arkadaşın aksine benim anam-babam okuyacağım bölüme ve hayat planlarıma karışmıyordu. Bu kadar karışma hakkını çok görmedim.
Boğaziçi’ne karşı epey önyargım vardı. O zamanın tabiriyle ‘ciks’, maddiyata, gösterişe meraklı insanlardan müteşekkil bir okul gibi görünüyordu bana. Okul başladıktan sonraki haftalarda da bu önyargılar hemen yıkılmadı; gençliğe has türden keskin bir bakış açısıyla evde sık sık tekrarladım böyle yorumları. Ta ki okula girdiğimden beri merakla beklediğim bir tanışma gerçekleşene kadar.
O yaz puanlar açıklandıktan, yerleştirmeler belli olduktan sonra evde televizyon karşısında pineklerken bir habere denk gelmiştim. Daha önce bir arada duymadığım birtakım acayip kelimeler içeren, şaşırtıcı bir haber: “Boğaziçi Üniversitesi Mağara Araştırma Kulübü’nden öğrenciler uzun yıllardır Fransızların elinde bulunan rekoru kırarak Türkiye’nin bilinen en derin mağarasını keşfettiler.”
Mağara Araştırma Kulübü… Türkiye derinlik rekoru…. Bunlar ne acayip laflardı. Uçurumlar, ipler, mağarada geçen günler. Yerin bin metre altında, anca yabancı belgesellerde görülecek türden bir iş.
Tüm bunlar, Türkiye’de bir üniversitede yapılıyordu. Bir öğrenci kulübünde, sıradan öğrenciler tarafından.
Şaşkın ve hayranca bakıp “Okula gidince ilk işim bunlara katılmak olsun” diye düşündüm.
‘İlk iş’ olamadı, bir direkte bir slayt gösterisinin ilanını görmek oldu vesile. Gösterideki fotoğraflar insanın ağzını açık bırakan türdendi. Sonrasındaki sohbette kulübün o zamanki başkanıyla tanışmak mümkün oldu. Gözüpek bir insana benzeyen, hem ciddi, hem neşeli bir genç kadın. Kulübe katılmak, o yılki ilk geziye gelmek için neler yapmak gerektiğini anlattı.
Sonraki 4-5 yılın önemli bir bölümü o kulüp odasında, dağlarda, yaylalarda, yeraltında, yörük çadırlarında, ateş başında ve yıldızların altında geçti. Kafamın dengi insanlarla.
Bu okul, düşündüğüm gibi sevimsiz bir yer değildi.
***
Bazen bir yerde bir şey oluyor, İngilizcedeki tabirle yıldızlar tam doğru diziliyor, ‘uzayda bir elektrik hasıl oluyor’, acayip bir şeyler çıkıyor ortaya. Herkes şaşkınlıkla olanları izliyor ve sonra yıllar boyu o an orada tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışıyor insanlar.
ABD’nin en büyük telefon firması, elindeki maddi gücün bir kısmını bir araştırma laboratuvarı kurmaya ayırıyor. Türlü firmaların türlü laboratuvarları, merkezleri varken ne oluyorsa oluyor, burada farklı bir şey oluyor. Büyük buluşlar, birbirinin ardına geliyor. Yıllar geçip çeteleye bakılınca, bilim ve teknoloji tarihini değiştiren türlü iş, ona yakın Nobel ödülüyle birlikte burada yapılan çalışmalardan çıkmış oluyor. Nice seçkin üniversitelere nasip olmayan bir hikaye.
O zaman bu zamandır yazılıp çiziliyor. İşletmeciler, sosyologlar, örgütsel davranış uzmanları kafa yoruyor: Burada işlerin böylesine yolunda gitmesini sağlayan neydi? Binaların ilginç mimarisi mi insanları verimli ortak çalışmalara yöneltti? Ortamdaki saygın karakterlerin belirlediği, iş birliğini önceleyen bir sosyal atmosfer mi etkili oldu?
Benzer sorular, başka ‘büyülü’ yerler için de soruluyor. Bir grup matematikçinin yıllarca toplandığı, matematiğin koca bir alanını ileri taşıdığı bir kafe. Bir grup filozofun, matematikçinin, birkaç yıl boyunca tartışıp bir felsefi ekolü ortaya çıkardığı bir başka ortam. Fotokopi makinası üreten bir firmanın kurduğu bir lab’da ‘kişisel bilgisayar’ devriminin tüm nüvelerinin keşfi.
Bu hikayelerden bir şeyler öğrenmek, buraları rehber edinerek başka yer ve zamanlarda benzer hikayeler var etmek mümkün mü? Böyle ‘büyülerin’ sırları, kendilerini ele verir mi? Bakıp benzerini yapmaya çalışarak, boş bir taklitçiliğin (kargo kültü taklitçiliğinin) ötesine geçmek, mümkün mü?
***
Kulüpçülük, okula dair o önyargıyı kırmanın, kendi güruhunu (‘crowd’ını) bulma hissiyatının yanında başka kapılar da açtı. Ortak bir ilgi alanı parantezinde buluşan binbir bölümden binbir insan, o küçük odada her gün türlü ilginç muhabbetler ediyordu. Birinci sınıfta, hafif ürkek-çekingen, elimde bir mağara kitabı, bir köşede ağabeylerimin ablalarımın sohbetlerini dinledim aylarca. Siyaset bilimciler, tarihçiler, psikologlar, sosyologlar ve işletmeciler, hiç duymadığım türden şeyler anlatıyorlardı. Herkesin dersleri bazen sıkıcıydı ama bazen de ilginçti. Muhabbetlere sızabilen hep ilginç şeyler oluyordu. On bölümden alınacak on seçmeli derste zor kazanılacak bilgi, görgü ve bakış, türlü espriler ve dağ-mağara anıları arasında akıp duruyordu o küçük odada.
Kulüpler arası geçişlilik daha başka kapılar açtı. Hepimiz komşu kulüplerin de nice ilklere, başarılara imza attığını zaman içinde öğrendik. Misafir olarak gelinen bir havacılık kulübü, dağcılık kulübü, fotoğrafçılık kulübü etkinliğiyle; bir tiyatro, konser provasıyla, nice ‘çapraz tozlaşmalar’ oldu kulüpler arasında. İçimizde gizli duran nice tomurcuklar çiçek açtı, nice dallar aşılandı serpildi, meyve verdi.
Meyvelerin birçoğu, mezuniyetten sonra çıktı ortaya. O gözüpek kadın başkan, okuduğu prestijli mühendislik alanını bir kenara bıraktı; dünyanın en iyi üniversitelerinden birinde, mağaracılığa organik bağı olan bir alana, jeolojiye geçti. Bir başkası, aynı şekilde, deprem çalışmalarına yöneldi.
Bir başkası, kulüpten tanıdığı arkadaşlarıyla birlikte doğa sporları alanında girişimcilikle uğraştı, hatırı sayılır bir firmanın kurucusu, sahibi, yürütücüsü oldu.
Bir başkası, dağ-bayır yollarda yürürken herkese sorular sormayı, kişisel hikayeler dinlemeyi seven biri, yönetmen oldu. Yaylalarda tanıştığı türden hayatları beyaz perdeye aktardığı bir belgesel filmi, uluslararası başarılar, ödüller kazandı. Adı tüm dünyada duyuldu.
Bir başkası profesyonel rehberliğe yöneldi, Türkiye’de bu alanın duayenlerinden oldu.
Yine kulüpte tanışan iki kafadar, birlikte Türkiye’deki mobil sektörünün erken dönem girişimcilerinden oldular, başarılar kazandılar. Uluslar, sınırlar ötesine büyüttüler işlerini.
Bir başka arkadaş, dağlarda, köylerde yerel tohumlar, üretim teknikleri peşinde koştu, Türkiye’nin tanıdığı bir sosyal girişimci oldu.
Bunlar sadece bir kulübünkiler, bir döneminkiler. Daha neler neler… Altın Portakal ödülü alan bir tiyatro kulübü üyesi… Ülkenin en ünlü halk müziği grubu… Dünyanın en önemli sinema ödüllerini alan bir yönetmen…
İnsan sadece bir kırıntısına tanık olduğu bu çeşitliliğin, üretkenliğin mertebesini düşündükçe, sarsılıyor.
***
Altın yumurtlayan bir tavuğu içinde saklı yumurtalara ulaşmak için kesmek, elbet bir tür gaflet. Ama tavuğun yaptığı şeyi hiç görememek, onu kümesten fırlatıp atmak, bambaşka bir şey.
İşletmecilerin, örgütsel davranış uzmanlarının dünyanın öbür ucundan literatüre kattığı örnekleri taklit ederek kurulan türlü ‘interdisipliner program’ın, ‘inovasyon merkezi’nin, ‘kuluçka’nın, bilmem neyin yapamadığı, yapmayı hayal bile edemeyeceği bir şeyi yıllardır organik olarak yaptı Boğaziçi kulüpler dünyası.
Kendilerine verilen oyun parkında, parkı tasarlayanların akıl bile edemeyeceği oyunlar bulan çocuklar misali. Değişmesi zor, hareketi hantal bir eğitim sisteminin içinde, kendilerine tahsis edilen bölümlere sığmayan gençlerden inovasyon gibi inovasyon. Farkına bile varmadan, oyun oynar gibi. İnovasyonun en güzel hali.
Burnumuzun dibindeki bu büyülü ortam, gözü açık sosyologların, antropologların nice dersler, cevherler çıkaracağı bu oyun bahçesi, bugün yıkılıyor. Bilenin-anlayanın üstüne titreyeceği, bozma riski olan en ufak müdahaleden bile kaçınacağı, olanak yaratıp önünü açacağı, ferahlatacağı ve biraz aklı varsa ilham alacağı bu cevher, bir hoyratlığa kurban gidiyor.
Hoyratlığın adı, taşıma. ‘Süpürme.’ İhtiyaç olunca yer ayırtılacak türden odalar. Herkesin kafayı uzattığı an girebileceği, her an sohbet edecek birilerini bulabileceği, kaynaşmanın, buluşmanın en doğalını, en organiğini mümkün kılan odalardan, kampüsün öbür ucuna bir yolculuk.
Bize düşen, parçası olduğumuz, bizi var etmiş bu organizmanın sesi, çığlığı olmak. Bu tahribatı durdurmak için çırpınmak.
Ve işe yaramazsa: Olanı adlı adınca, tarihe not düşmek.
***
Cuma günü, o gittiğim ilk gezide tanıştığım bir arkadaş, rastlantı bu ya, çok uzun bir süre sonra ilk defa yurt dışından okula gelip kulübe gitmişti. Yıllar yıllar sonra, duvarlardaki fotoğraflar, malzemelerin kokusu.
Ve sonra, ‘çocuklarım da benim çıktığım bu yeri, köklerimi görsün’ diye girilmiş odada, birden o hoyratlık ve arbedeye tanıklık.
Kendisiyle yeni tanışmış ama nesiller ötesinden o köklü ortaklığı hissedivermiş gençlerden gelen anlık bir rica, çığlık: “Abla sen bize destek ol.”
Sonrası gözyaşları. O arbede içinde kendi çocuklarına gelecek zarardan korkarak binayı terk.
O gün duvardan sökülen fotoğraflardan birinin arkasından çıkan, herkese ayrı dokunan bir yazıyı aşağıya ekliyorum. Ağabeyi aracılığıyla kulüple daha üniversiteye başlamadan tanışmış bir gencin bıraktığı bir zaman kapsülü.