MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
Selahattin Demirtaş’ın “Mafyalaşmış, katilleşmiş bir devlet anlayışıyla karşı karşıyayız” sözü hem genel tablo hem de somut birçok örnek bakımından tamı tamına doğru, ama durum bundan da vahim. Karşı karşıya olduğumuz bu hali görmemek için kör olmak yetmez, görmek istememek gerekir ve toplumun yarısı görmek istemiyor. Görmek istememekle kalmıyor hatta, bizim ve bütün dünyanın gördüğünden bambaşka bir şey görüyor bu katil devlette ve onu yönetenlerde.
Ankara’daki barış mitinginde patlatılan bomba üzerine yorum yapan AKP’li siyasilerin ve yazar/konuşurların ipe sapa gelmez sözleri sosyal medyada kimi daha ağır, kimi yumuşak dille tekrarlanıyor.
Katliam sonrasında bile bu tutumun sürmesi, bir süredir zaten aleni olan durumu çok açık şekilde gösteriyor: Bölücülüğe karşı savaşalım, bölücülüğün kafasını ezelim derken bölünmüş bir toplum. Ve bu bölünme o çok korkulan vatanın bölünmesinden çok daha vahim (Zaten o bölünmeyi de içine alıyor bir yandan).
Bir toprak talebiyle bölünme, aslında, o kadar da vahim bir şey olmayabilir. Toprak nihayetinde bölünebilir bir şeydir: aileler arasında bölünür, şehirler arasında bölünür, bölgeler arasında bölünür, ülkeler arasında bölünür; bölünebilir. Fakat Kürt meselesinde de hep konuşulan şey, bu kadar içiçe geçmiş iki halkın ayrılmasının zorluğu, hoyratlığıydı. Hoyratça da olsa bir toprak parçası, üzerinde yaşayanlarla birlikte ayrılabilir, isteyen istediği parçada yer alabilir. Çekoslavakya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak kardeş kardeş ayrıldı mesela. Türkiye ayrılmayı da, ayrılmamayı da vahşice yaptı, yapıyor.
Paylaşılan toprak üstündeki toplum çatlamış durumda
Ama bugün önümüzde olan gibi toplumun bölünmesi hoyratlığı aşar, bir vahşetten başka bir şey yaratamaz. Paylaşılan toprak üstündeki toplum çatlamış durumda. Başka dünyaların insanları kadar kopuklar; vatanın bölünmesinin yaratacağı ayrılıktan çok daha büyük bir ayrılık. Yanyana yaşayıp birbirinden nefret eden, düşman gören milyonlarca insan. Bu toplum ev ev bölünüyor. Dolayısıyla cephe diyebileceğimiz şey evler; tüm toplum içiçe geçmiş bir cephe. Muhtemel ötesini söylemeyeyim…
Bu bölünmenin bir tarafı insan insan öldürülüyor; öbür taraf suskun, iktidarın yanında. İktidar, emrindeki silahlı güçleriyle ve uyguladığı cinai politikalarla o suskunların suskunluğuna yaslanarak demokratik bir nizamı sürdürdüğü görüntüsüne sığınıyor. O suskun evler, öbür evlerin çocuklarının öldürülmesine meşruiyet sağlıyor. Suskun kalarak. Tabii, suskun kalmayıp kutsal görev bilinciyle sokaklarda sürek avına çıkanlar da yok değil. Mesela Ali İsmail Korkmaz’ı bunlar öldürdü. HDP binalarına ve Kürt vatandaşlara bunlar saldırdı…
Ve Konya’da Türkiye-İzlanda maçı öncesi, Ankara’daki katliamda ölenler için yapılan saygı duruşunu ıslıklayanlar, bölünmenin hangi aşamaya gelmiş olduğunu gayet net gösterdi.
Karşı cenahtan biri…
Bu yazıyı yazmış ve Diken’e göndermek için bir gün beklemeye karar vermişken, benimle aynı derdi dert etmiş ‘karşı’ cenahtan birinin yazdıklarına rastladım Facebook’ta (Dolayısıyla yeniden yazdım). Kendi cenahına sesleniyordu bir yorumda. En azından siyasi konularda belki de hiç ortak noktam olmayan Naim Okur’un bu yazısı bir ümit ışığı bence, ama üstündeki ve altındaki yorumlar o ışığın ne kadar cılız olduğunu gösteriyor. İçinde bulunduğumuz, Naim Okur’un da, benim de işaret etmek istediğimiz sorunu gayet iyi ifade eden şu örnekle yetinelim: “Naim Okur bey konu istiklalimiz. Dahili bedhahlarla diyalog değil bence.”
Buradan anlıyorum ki, bir iç savaşı göze almış, hatta yaşananın ve yaşanacak olanın içsavaş olduğunu söylüyor bu vatandaş. Ama tabii iktidara sahip olmanın avantajıyla ‘kendi savaşı’nın devletin silahlı örgütleri eliyle verilmesinden memnun. Öbür tarafın saldırmıyor oluşunun, barışçı gösterilerinin tamamının devlet şiddetiyle ezilmeye çalışılmasının, başka türlü düşünenlerin öldürülmesinin önemi yok bu vatandaş için. Çünkü konu istiklalimiz.
Naim Okur durumu çok güzel ifade etmişti: “Ülke nüfusunun yarısı bir diğer yarısı ile beraber yaşamak istemiyor artık. Gezi olaylarından bu yana her büyük olayda yol ayrımına geliyor ve karşılıklı olarak hem reel dünyada akrabalarımızı ayıklıyor, hem de sanal alemde listelerimizdeki farklı düşünen insanları siliyor hatta engelliyoruz. Bayram ziyaretlerimizdeki şeçicilik arttığı gibi, sanal alemdeki Facebook ve Twitter’deki listelerimizde de biz(!)den olmayanların sayısı neredeyse sıfıra inmek üzere. Bu gidişle ‘körlerle sağırlar birbirini ağırlar’ seanslarına dönecek hayatlarımız, sayfalarımız.”
Millet=Erdoğan
Ben, galiba Naim Okur’dan farklı olarak, toplumun bu yarılmaya gelmesinde AKP’nin ama özellikle Tayyip Erdoğan’ın birinci dereceden sorumlu olduğunu düşünüyorum. Tabii, Erdoğan’a neredeyse kişiliklerini teslim eden toplum kesimlerini, insanları unutmayalım. Erdoğan’ın zihniyetiyle toplumsal bir barışın imkansız olduğunu da. Bunun nedenlerini son yazımda anlatmaya çalışmıştım ve Erdoğan’ın şu veciz sözünü aktarmıştım: “Milletle gönül bağını hiç koparmayan bir partiyiz, biz milletin diliyle konuşuruz, biz milletin kendisiyiz. Milletin söylemek istediği bir şey varsa bunu görür, duyarız ve gereğini yaparız.”
Bu formül fiili olarak, Millet=Erdoğan’a çıkıyor ve Erdoğan’a uymayan şeyler var kabul edilmiyor. Dolayısıyla, Erdoğan için diyalog diye bir şey yok; kendi iç monoloğu her şeyin yerine geçiyor, her şeyi kapsıyor ve olması gereken diyalog da zaten o monolog.
Buradan ancak şiddet üreyebilir, böyle bir yarılma üreyebilir. İşte o ürünle karşı karşıyayız. Tabii, Erdoğan’ı kıblesi yapan milyonlarca insan var. Şimdiye kadar bize aleni gelen, bütün dünyaya aleni gelen bir yığın şey oldu: yolsuzluklar, ağır sansür, gazetecilere dayak, şiddet, Tayyip Erdoğan’ın ve öbür AKP’lilerin kendi ağızlarından çıkan sözlerle kanıtlanan yalanlar, kamera kayıtlarıyla ispatlanan çarpıtmalar, yolsuzluklar, polis şiddeti, MİT tırlarında Suriye’ye taşınan silahlar… Bunların hiçbiri Erdoğan kıbleli o kitlede zırnık kadar soru işareti yaratmaya yetmedi. AKP hükümetinin bütün bunları icra ederken sergilediği ucuzluk, kalitesizlik, yavuz hırsızlık o kitleyi rahatsız bile etmedi.
Bu şartlarda yaşayamayacaklarını dile getirenleri, bu dile getiriş duyulmadığı için sandık kadar kutsal bir demokratik mekanizma olan sokak’la, canları pahasına, dertlerini anlatmak isteyenleri de tınmadı o kitle. Kısacası, başkalarının yaşayamıyor oluşu, baskı altında kalışı daha önce baskı altında yaşamaktan muzdarip olan bu kitleyi hiç mi hiç ilgilendirmedi.
‘Artık ev sahipleri’
Naim Okur’un da aynı cerahata işaret etmesi hoşuma gitti: “Dün bize zenci muamelesi yapanlara bugün (son 13 yılda güç bizde diye) biz de aynı muameleyi mi yapacağız? Ne kadar çabuk vazgeçtik birbirimizden?”
Evet, o kadar çabuk vazgeçmişlerdi. Ama o gözden çıkardıkları, görmezden geldikleri insanlar zaten yoktular, gerçek değil birer kabustular; çünkü RTE’nin formülünde yerleri yoktu onların. Naim Okur, “Madem biz bu ülkede kendimizi artık ev sahibi gibi hissediyoruz, ona göre davranmak zorundayız” diyor. Naim Okur’un herhalde kastettiği şekilde değil de, bu toprakların siyasi kültürünün başat ‘yasa’sına göre davrandılar: Öbürleri artık ev sahibi değildi, bulduklarına razı olacaklardı.
‘Artık ev sahipleri’ RTE’nin izinden gitti; artık ev sahibi olmayanlar ve hiçbir zaman ev sahibi olmayanlar da onlara ve RTE kıblesine uymalıydı. Kendileri için kıble olan tek-adamın herkes için öyle olması gerektiği kuralını benimsediler. Tek-adamın kıbleliğinde kendileri sorun görmediği için sorun görenleri yoksaydılar, yanlış yolda saydılar, saymadılar ve onların talep ve itirazlarına saygı göstermediler, kulak da kabartmadılar.
‘Artık ev sahipleri’ aynı toplum içinde ‘beraber’ yaşadıkları insanların rahatsızlıklarını, bu rahatsızlıklarını dile getirdikleri için öldürülmelerini hiçe saydı. Onun yerine AKP medyasının, hükümet ağızlarının yutturduğu müsekkinlerle uyuşmayı ve avunmayı tercih ettiler. AKP’ye oy vermeleri değil sorun, AKP’ye ve RTE’ye karşı toplu iğne başı kadar eleştirel akıldan kendilerini yoksun bırakmış olmaları.
Bu ortamda diyalog zemini aramaya gerek de yoktu. Çünkü Kıble aramıyordu zaten, tam tersini istiyordu, başka türlü düşünenler, kıble kabul etmeyenler sesini kesmeli, itaat etmeliydi. Temel işlevlerinden biri diyalog zemini sunmak olan medya da buna uyarlı davrandı, davranması için elden gelen arda bırakılmadı. ‘Artık ev sahipleri’, kıble belledikleri adamın gemi azıya alarak bir şiddet ülkesi yaratması için gereken desteği vermiş oldu. Sıfır eleştirellik göstererek. Susarak.
Bir diyalog için, uzlaşma için, barış için atılacak ilk adım sansüre karşı çıkmaktır. ‘Artık ev sahipleri’, RTE ve hükümet en ağır sansürü uygularken karşı çıkmadı; sesi de çıkmadı. Daha bugün bile, Ankara katliamını anmak için gösteri yapmak isteyenlerin üstüne bile polisi saldı hükümet. O suskun AKP kitlesi buna da sesini çıkarmadı. Niye? Çünkü RTE ve AKP karşıtı sloganlar atılıyordu, hükümet/devlet sorumlu tutuluyordu. Demek ki kendileri gibi düşünmeyenlerin susturulması gerektiğini düşünüyor ‘artık ev sahipleri.’ Ölenler için saygı duruşunu bile susturacak kadar insanlıktan çıkmış kimileri.
‘Tayyip-millet elele’ işte geldik bugüne
Naim Okur da böyle mi düşünüyor bilmiyorum, ama bu tutumun mantiki sonucunu söylüyordu: “Bunun bir sonraki aşaması aramızdaki farklı islam algıları (tasavvufa bakış veya diğer konular) ortaya çıktığında sanal dostluklarımıza son vermek şeklinde kendini göstermektedir. Vakıa bu konuda beni arkadaş edinmeyen veya çaktırmadan silenler bile var. Şeytan boş kalınca kendi evladını yermiş.”
Ve yedi de. Hakan Albayrak’ın feryadı işte bunun içindi, ama ‘artık ev sahipleri’ onu da duymazlıktan geldi. Ama boş kaldığı için değil. Şeytanın evladı olmaz, bir. İkincisi, eleştiren ‘biz’den değildir, kötü örnektir, başı ezilmelidir, şeytandır.
‘Tayyip-millet elele’ işte geldik bugüne, altından kalkılması zor bu yarılmaya. Bu yarılma büyük bir yalanı, kandırmacayı da AKP’nin ve RTE’yi kıble belleyenlerin suratına çarpmış olmalı. Ankara katliamının gecesinde Numan Kurtulmuş Habertürk’teki bir kırıtkan sünepe spikerin karşısında almış sazı eline, çalmayı bilmediği için habire konuşuyordu: “AKP, devletle milleti buluşturmuş, barıştırmış partidir.”
Artık yönetemeyecekleri bir ülke yarattılar
Evet. O partinin kurucu lideri bir koruma ordusu olmadan halkın yanına ‘inemiyor’, her gösteride lanetlenerek yuhalanıyor; o partinin bakanları kalabalıklar arasından koruma ordusu tarafından kucaklanarak, koltuklanarak süpermarketlere kendilerini dar atıyor…
Bizim gözlemlerimiz bir yana, AKP yetkilileri bile artık görmezlikten gelemiyor bunu, “Nefret kitlemiz artıyor” diyorlar. Evet, öyle. Artık yönetemeyecekleri bir ülke yarattılar ve gösterecekleri yönetme azmi daha çok öldürmelerini gerektirecek.
Peki, ‘artık ev sahipleri’ en azından samimiyetle ve tabii akıl çizgisinde, somut olgular üzerinde tartışmayı, diyalog kurmayı becerebilir mi, bu cesareti gösterebilir mi? Sansüre karşı çıkarak işe koyulabilirler mi? Çünkü bir mücadele, bir dava düşmanları susturarak, öldürülerek kazanılamaz; düşmanları kazanarak, düşmanı düşman olmaktan çıkararak, ikna ederek kazanılabilir. Bu yarılmayı ancak ‘artık ev sahipleri’ durdurabilir; sadece sansüre karşı çıkarak, kendileri gibi düşünmeyen insanların gösteri hakkına sahip çıkarak. Bu sorumluluğu alabilir misiniz lütfen?
Yoksa, “Affet onları tanrım, ne yaptıklarını bilmiyorlar” mı demeliyiz; bombalarla, siyasi şiddetin aygıtı olan silahlı devlet örgütlerinin kurşunlaryla veya ‘yüzde 50’nin bir kısmının saldırılarıyla ölürken?