2015 Nobel Edebiyat Ödülü, Belarus araştırmacı gazeteci ve yazar Svetlana Aleksiyeviç’in oldu.

Fotoğraf. Reuters
Aleksiyeviç, aslı 1997’de yayınlanmış ‘Bir Nükleer Felaketin Sözlü Tarihi: Çernobil’den Sesler’in 2005 yılında İngilizce’ye çevrilmesi vesilesiyle geldiği Amerika’da, bünyesinde birçok yazar bulunduran PEN (Dünya Yazarlar Birliği) tarafından düzenlenen ‘2005 Uluslararası Edebiyattan Sesler Festivali’nde bir konuşma yapmıştı.
Yaptığı konuşmada Aleksiyeviç, ‘Yazı ile Felaket’ arasındaki ilişkiyi sorgularken, Çernobil’in getirdiği yıkımın kavranılamaz doğasını ve bu olayın kendisini Nobel getirecek yeni bir ‘anlatı sanatı’na nasıl yönlendirdiğini anlatıyor.
Aleksiyeviç’in ‘En Kötüyle Yüzleşmek: Yazı ve Felaket’ başlıklı paneldeki konuşması
Büyük Çehov’u ve tiyatro eseri Üç Kızkardeş’i* anmak istiyorum. Oyunda ana karakter tekrarla, “Hayat şimdi korkunç, bugün bir sefaleti yaşıyoruz, fakat bir yüzyıl içinde, bir yüzyıl.. her şey ne kadar güzel olacak, ne kadar hoş” der.
Peki yüzyıl sonra ne oldu? Çernobil’imiz var, Dünya Ticaret Merkezi kuleleri yerle yeksan oldu. Tarihin yeni bir çağındayız. Şimdi tecrübe ettiklerimiz yalnızca mevcut bilgilerimizi değil, aynı zamanda tahayyül kabiliyetimizi de aşıyor.
Bir korku medeniyetine dönüşüyoruz. Çünkü nedir felaket? Felaket korkunun aşırı yoğunlaşmasıdır. Medeniyetimizin miktar bakımından bugün en çok ürettiği şey korkudur. Bugün başımıza gelenler inanılmaz. İnsan aklı bunları kavramaktan aciz. İnanılmaz bir hızda gerçekleşiyor herşey. Kitaplar yazmaya başlamadan evvel on sene gazetecilik yaptım ve farkettim ki olan biten kelimeyle ve dille kayıt altına alınabilir cinsten değil. Kelimeler ve dil, olayın yanında ufak kalıyor.
İşler burada nasıl bilmiyorum, Amerikan kültürüne aşina değilim. Fakat Rusya’da ve Slav ülkelerinde söylenen sözün ehemmiyeti büyük. Zamanla anladım ki insanların sokaklarda, kalabalıklar arasında söylediği şeyler okuduğum herşeyden daha iyi kavrıyor olan biteni.
Ve düşündüm ki bugün olanları tek bir kişinin, Tolstoy’un ya da Dostoyevski’nin 19. yüzyılda yapabildiği gibi, herşeyi kapsayan ‘bir’ kitaba dökmesi mümkün değil. Birçok kişinin katkıda bulunabileceği bir kitaba ihtiyacımız var, birisi yarım sayfa anlatacak, diğeri bir paragraf belki de beş sayfa.
Yazdığım türe ‘seslerin romanı’ diyorum. Diyebilirsiniz eserim öylece dışarıda yerde duruyordu: yerden alıp bir araya getirdim. Flaubert ‘Ben kalem insanıyım’** diyorsa, ben de diyebilirim ki ‘kulak insanıyım’. Bu tür üzerine çalıştığım otuz yılda benim için giderek daha da sarahate kavuşan husus sanatın insana dair pek çok şeyi aksettiremeyeceği olmuştur.
İnsan duyguları ve karmaşasını merak ederim. İnsanların içlerinde yaşadıklarını tahmin etmeye çalışırım, onların için neyin anlam ifade ettiğini, onlara neyin acı verdiğini. Çernobil olduktan hemen sonra, bölgeye ilk ziyaretlerimi gerçekleştirdikten sonra orada yüzlerce olmasa da onlarca gazeteci gördüm ve kendi kendime “Bu herifler hızlıca kitaplarını yazacaklar ama benim yazacağım eser yıllar alacak” demiştim.

Çernobil faciasının ardından (Fotoğraf: The Guardian)
Gerçekten de kitap üzerine on yıl çalıştım. Bu gazetecilerin kitaplarına gelince bunlar veriyle, tıbbi bilgilerle dolu. Sovyet yetkilileri bu bilgileri ne kadar bastırmaya çalışmışsa da duyuldu. Çernobil anti-komünist kitaplara, anti-Rus eserlere, atom karşıtı kitaplara yol verdi ama bu olaydan alınacak en önemli dersin açığa çıkması biraz daha zaman aldı.
Hepimiz kendimizi haritasız bir diyarda bulduk. Köylülük üzerine bina edilmiş patriyarkal Belarus toplumu bir anda dünyanın geri kalanının gözleri önündeydi.
Şu inanılması güç çılgın resmi zihninizde canlandırın: “Polis bir sepet yumurta taşıyan kadına eşlik ediyor. Yumurtaları gömdüğünden emin olmak istiyor çünkü hepsi radyoaktif.”
Sütü gömdüler, eti gömdüler, ekmeği gömdüler, yaşamayan şeyler için bitmek bilmeyen bir cenaze töreni gibiydi. Binlerce asker toprağın üst katmanını kesip çıkardı, kirlenmişti, gömdüler.
Toprağı alıp toprağa gömdüler. Buna işritrak eden herkes filozof olmuştu, çünkü insanın geçmişinde bu durumla başa çıkmamıza yardım eden hiçbir şey yoktu. Bölge’de -nükleer istasyonların etrafını saran alan için böyle deniliyordu- her şey eskisi gibi görünüyordu.
Nehirler vardı, orman, toprak vardı, fakat ormanın içinden geçemiyordunuz, nehrin sığ sularından yürüyüp geçemiyordunuz. Toprağa oturamıyordunuz.
Hissediyorduk ki önceden dünyada idare insanlardaydı, neyi öldüreceklerine neyi yaşatacaklarına karar veriyorlardı. Sanki toprak ayağa kalkıp isyan etti ve idareyi ele geçirdi. Hissediyordun ki ölüm etrafı sarıyordu, fakat başka bir kisveye bürünmüştü ölüm, anlayamadığımz bir kılıktaydı.
Radyasyon görünmezdir, ses çıkarmaz, onu duyamazsın, bir kokusu yoktur, koklayamazsın. Kendimizi korumamıza yardım eden beş duyumuzdan hiçbir fayda gelmiyordu.
Felaketten sonraki ilk yedi gün arılar kovanlarından çıkmadı, solucanlar toprağın dibine doğru tünel kazdı. Yüzeyde sürünen, emekleyen hayvanlar ne yapılması gerektiğini anlamıştı, neyin yanlış olduğunu, ve biz insanlar, biz ne yaptık?
Televizyon izledik, Gorbaçev’i dinledik ve futbol seyrettik. Biz kültür alanında çalışanlar, bizler de hazırlıklı değildik.
İnsanlara olanı nasıl anlatabileceğimizi bilmiyorduk, insanların da birbirleriyle olan biteni nasıl konuşacaklarına dair bir fikri yoktu.
Notlar
PEN Dünya’nın düzenlediği ‘2005 Uluslararası Edebiyattan Sesler Festivali’nde yapılmış konuşma. Başlık panele aittir. Metnin aslı ve panelde yapılmış diğer sunumlar için http://worldvoices.pen.org/nonfiction-essay-transcript/confronting-worst-writing-and-catastrophe#sthash.H9o1IuHY.dpuf
* Çehov’un Üç Kızkardeş’inde Yarbay Verşinin “Ama o günle bugün arasında ne büyük fark var. Çok değil, aradan iki-üç yüzyıl geçsin, insanlar bugünkü hayatı dehşetle, tiksintiyle hatırlayacaklar, bütün bunlar korkunç, karmaşık, garip gelecek onlara. Ah, ne güzel bir hayat olacak ilerde, ne güzel bir hayat!” (çev. Ülkü Tamer, Kent Yayınları, 1970 [1900], sf. 58)
** Flaubert’in Louise Collet’ye yazdığı 1 Şubat 1852 tarihli meşhur mektuptan, “Je suis un homme-plume.” (Correspondance, Tome II, Gallimard, 1980, sf. 165).
Çeviri: Selim Karlıtekin