Dr. FEYZA BAYRAKTAR
info@feyzabayraktar.com
Global araştırma şirketi Gallup’un yayınladığı rapora göre Türkiye dünyanın en öfkeli ikinci ülkesiymiş. Özellikle büyük şehirlerde yaşayan ve günlük rutininde trafiğe maruz kalan insanımızın bir kısmı “Birinci kimmiş ki?” diye içinden geçirse bile tabii ki raporun sonucu çok da gurur verici değil.
“Geçenlerde bir markete uğradım, küçük bir kap yoğurt aldım, şu kadar verdim”, “Ya geçenlerde dışarıda bir yemek yiyelim dedik, bak alkol yok üstelik, şu kadar ödedik”, “Ne pahalı, ne ucuz bilmiyorum artık. Şu an her şey, her fiyat olabilir” gibi söylemler günümüz diyaloglarının olmazsa olmazı haline geldi. Gıybetin yerini ekonomi gündemi aldı. Sosyal medyada TT olan dolar-altın haberleri yüzünden, matematiği en zayıf olanımız bile ekonomist kesildi. Kadın cinayetleri başta olmak üzere, bir çok şiddet ve kayıp haberi hepimizi derinden sarsarken insan hayatı mı ucuz yoksa hayatın kendisi mi pahalı sorgular olduk.
Her ne kadar farklı rollerde, farklı sahnelerde oynasak bile birçoğumuz aynı filmin içindeyiz. Tabii aynı anda gösterimde olan, başka salonlarda oynayan filmler de var. Hayat pahalılığının ya da sorgulamanın senaryoya dahil edilmediği, izlendiği zaman; ‘Hayat mı pahalı yoksa ben mi fakirim‘ ya da ‘Cehalet mutluluk mudur‘ diye düşündürüp insanı yalnız hissettiren filmler, yani başkalarının hayat standartları ve hayata bakış açıları…
Tüm bunlar, öfkeyi artıran sebepler arasında sayılabilir. Tabii ki insanın maddi olarak belli bir hayat standardına sahip olması ve kendisini güvende hissetmesi öfkesini azaltır. Öte taraftan, duyguları sağlıklı şekilde yönetememek ve ilişkilerde sınır koyamamak da öfkeyi bir problem haline getirebilir.
Öfkenin diğer yüzünde ne var?
Toplum olarak -özellikle de Batılı toplumlara kıyasla- genellikle sorunlarımızı yakınlarımızla paylaşırız. Yalnız, sorunları anlatırken daha çok olayları anlatırız, olayların bize kendimizi nasıl hissettirdiğini değil. Aslında çoğu zaman kendimiz de nasıl hissettiğimizin farkında olmayız; çünkü ‘Ağlama güçlü dur‘, ‘Kırıldığını söyleme, onu çok önemsiyormuşsun gibi gözükürsün‘, ‘Neden mutsuzsun, her şeyin var‘ gibi yaklaşımlarla büyütülürken duyguları hissetmeyi değil, yargılamayı öğrendik. ‘Kan kussan da kızılcık şerbeti içtim diyeceksin‘ diye öğütler verilirken duyguları bastırdıkça bastırdık. Bastırdığımız yerden çıktığı anda yargılanacağı korkusuyla, kendi duygularımızı hissetmek için kendimize bile izin vermedik. Sonuç olarak da bastırılan duygular zamanla yanardağ gibi patlayıp lavlarını bazen agresif bir şekilde, bazen pasif agresif şekilde yaşamımızın her alanına sızdırdı.
İlişkilerde sınır koymakta zorlanmak, yani insanın taşıyabileceğinden fazla yük alması, karşısındaki kişiyi sürekli memnun etmek için uğraşması, ‘Hayır’ diyememesi ve hatta ‘Hayır‘ dediği zaman suçlu hissetmesi de öfkenin beslendiği ana arterlerden biri. Çoğumuzun ‘Ayıp olur‘ ve ‘Elalem ne der‘lerle yetiştirildiği düşünülürse başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarımızın önüne koymayı vazife bilmemiz gayet olağan bir sonuç. Bunu yapmamak için direndiğimiz zaman ya ‘bencil‘ ya da ‘hayırsız‘ olmakla suçlandık. Zamanla başkası suçlamasa bile biz kendi kendimizi yargılayıp müebbete mahkum ettik.
Ne yapmalıyız?
Tahammülümüz düştü, bekleyemez olduk. Trafikte, bir yerde sıra beklerken, bir yeri aradığımız zaman müşteri ilişkileriyle görüşmek için tuşlara basarken duramaz olduk. Birbirimizi dinleyemez olduk. Hep gergin, hep patlamaya hazırız…
Artık bu duruma bir son vermeliyiz. ‘Dünyanın en öfkeli ülkeler listesi‘nde birinciliğe oynamanın hiç kimseye bir faydası yok.
Hayatımızda değiştirebileceğimiz şeyleri değiştirmeye odaklanıp değiştiremediklerimizi de kabullenmeyi öğrenmeliyiz. Sürekli söylenmek ama şikayetçi olduğumuz konuyla ilgili bir şey yapmamak, değişimi getirmez. Zihni meşgul edip öfkeyi artırır. Her gün iki üç dakika da olsa nasıl hissettiğimize odaklanmayı alışkanlık haline getirmeliyiz. İnsan aynı anda birkaç duygu hissedebilir ya da hissettiği duyguyu tanımlayamayabilir ama önemli olan duyguyu deneyimlemek için kendisine izin vermesi.
Özetle, baskılanan duyguların öfke topuna dönüşmeden önce olduğu yerden çıkması lazım.
Duygu durumu olumlu yönde etkileyen- ufacık da olsa- her şeyi yaşama dahil etmek de öfke yönetimine yardımcı olur. Bir de tabii insanın kendi ihtiyaçlarını muhatabı olan insanlara ifade edebilmesi ve daha fazla ‘Hayır’ diyebilmesi, hayatın yüklerini taşımaktan yorgun düşmüşken, başkalarının yüklerini de üstlenmesini engeller. İnsanın taşıdığı yük arttıkça bir de üzerine soluklanacağı bir alanı da yoksa öfkenin ateşi daha da yükselir. Bu yüzden de birbirimize yük değil; destek olalım. Öfkeyle değil bağlılıkla anılalım.