
MURAT SEVİNÇ
Nasyonal Sosyalizm deneyimiyle ilgili ne zaman iki satır yazacak olsam, benzer cümleler kurup her defasında aynı hayret duygusunu yaşıyorum. Sanki ilk kez duyuyormuş, ilk kez okuyormuş gibi inanmakta güçlük çektiğim bir konu Nazi iktidarı. İktidara seçimle gelen Nasyonal Sosyalistlerin yapıp ettikleri, acımasızlıklarının boyutu, uygulamaların profesyonelliği, soğukkanlılıkları, halkı ikna yetenekleri, koşulları fırsata çevirme konusundaki pervasızlıkları, Weimar anayasasını bir maddeye dayanarak askıya almış olmaları vs.
Faşizme sempati duyan kişi, herhangi bir insan. Bir gün sizi ihbar eden, dün evinizin önünde sohbet ettiğiniz komşunuz. Kıyafetinize iliştirilen yıldızla damgalanmanıza sevinen, bir meslektaşınız. Hitler’den hayranlıkla söz eden, aklı başında bilinen bir akademisyen. İmha kamplarının inceliklerinin mucitleri, anlı şanlı bilim insanları. SA’lar sokak serserileri, her köşe başında görülebilir türden. Liderleri ise, büyük müzisyenler, filozoflar, edebiyatçılar ve bilim insanları yetiştirmiş bir toprakta bulunabilecek en vasat, en beş para etmez insanlardan biri.
Coşkulu konuşan, ağzından köpükler saçarak nutuk atan biri Hitler. Sorun şu ki o coşkuya gereksinim duyan, savaş ve ekonomik krizlerle perişan olmuş, ulusal onuru ayağa kaldıracak insanı arayan bir halka hitap ediyor. Konuştukça daha çok bağlıyor insanları, bağırıp çağırarak yeni düşmanlar yaratıyor sıradan Alman’ın zihninde.
Son yıllarda İletişim Yayınları’ndan çıkan faşizm serisinin en etkileyici kitaplarından biri Victor Klemperer’in ‘LTI – Nasyonal Sosyalizmin Dili’ (çeviren Tanıl Bora) adlı eseriydi. Nazi’lerin dilinin topluma nasıl sirayet ettiğini, yaygınlaştığını, olağanlaştığını, sıradan yurttaşın nasıl olup da bir fanatiğe dönüştüğünü anlatıyor yazar. Klemperer (1881-1960) I. Dünya Savaşı’nda cephede savaşmış bir (Yahudi) Fransız edebiyatı profesörü. 1935’te üniversiteden uzaklaştırılıyor, toplama kampına gönderilmemesinin nedeni ise eşinin ‘Aryan’ oluşu. 1933’ten 1945’e dek günlük tutmuş ve kitabının gövdesini bu günlükler oluşturuyor.
Klemperer, okurunu Nazi’lerden çok ‘Nazi olmayanlara’ bakmaya davet ediyor: “Zararsız mizaçlı vasat insanlar nasıl da kolay uyarlar çevrelerine!” Ciltlerce yazılsa, faşizmin gereksinim duyduğu sıradanlık daha iyi anlatılamayabilir. Sıradanlık ve tekdüzelik, sıkıcılık, vasatlık. Bir de tabii, ‘tekrarların’ rejim için önemini vurguluyor Klemperer, sürekli yinelenen en saçma-temelsiz sözcüklerin dahi dile nasıl yerleşip insanı ve ilişkileri dönüştürdüğünü: “Kelimeler küçücük arsenik dozları olabilirler: Farkında olmaksızın yutulurlar, bir etki yaratmıyor gibi görünürler ama bir zaman sonra zehir etkisini gösterir. Birisi yeterince uzun süre boyunca fanatiği, kahramanca ve erdemli diye tanımlarsa, sonunda gerçekten inanır bir fanatiğin erdemli bir kahraman olduğuna ve fanatizm olmadan kahraman olunmayacağına.”
Klemperer’e değinmemin asıl nedeni kitaptan yapmak istediğim bir alıntı. Eğitimli birilerinin Hitler sevgisi ve ona duydukları güven üzerine:
“Pazar günü kahve içmeye davet etmek mecburiyetinde kaldığımız K. çiftiyle iğrenç bir sahne yaşadık… Pazar günü adam, tıpkı Yahudi Merkez Birliği gibi ‘kalbi sızlayarak’, plebisitte evet oyu verme kararına vardığını açıkladı, karısı da Weimar sisteminin işlemesinin imkânsızlığının ortaya çıktığını ve ‘ayağımızı gerçeklere basmamız’ gerektiğini ekledi buna. Denetimimi kaybettim, yumruğumu masaya indirdim… adama hükümetin politikasını canice bulup bulmadığını sordum…
Bayan K., Führer’in -sahiden de Führer dedi- dahiyane bir şahsiyet olduğunu teslim etmek gerektiğini söyledi, onun müthiş etkisini inkâr etmek ve o etkinin dışında kalmak mümkün değildi… Bugün, dünkü hiddetimden ötürü K.’lardan neredeyse özür dilemek istiyorum. Bu arada kendi çevremizdeki birçok Yahudi’nin buna benzer kanaatler ileri sürdüğünü duydum. Tereddütsüz entelektüel tabakaya dahil sayılması gereken ve tereddütsüz genelde serinkanlı ve bağımsız düşünenler arasında yer alan insanlardı bunlar… Bir tür sis kaplamış her yanı, hemen herkesi etkiliyor.”
İşte bu yüzden, faşizmin sıradan, eğitimli ya da eğitimsiz, ama her birimiz kadar sıradan insanın omuzlarında yükseldiğini dikkate almalı. Günlük pratikler, yaşamımıza sinmiş otoriter eğilimler, sorgulanmayan kültürel unsurlar, alışkanlıklarımız, eğilimlerimiz, ezberlerimiz vs., totaliter yapıların zeminini oluşturuyor; dolayısıyla, faşizmin inşa edildiğini ve sıradanlığın o inşada yaşamsal payı olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir.
Önereceğim ‘yeni’ kitaba geçmeden önce, İletişim’in faşizm serisinde yayınlanmış ve sıradan insanın dönüşümünü etkileyici biçimde betimleyen bir diğer kitabı daha anmak istiyorum. Sebastian Haffner’in “Bir Alman’ın Hikâyesi – Hatırladıklarım (1914-1933)” (çeviren Hulki Demirel). Haffner bir hukukçu ve Nazi rejimi ‘inşa sürecine’ ilişkin tanıklığını anlatıyor.
Nazi’ler, savaş yenilgisi vs. ardından, büyük bir ekonomik yıkımın üzerinde yükseldi. Yazar, ‘Dolar kurundaki’ çılgın yükselişin ve ekonominin çöküşünün yarattığı siyasal-sosyal atmosfer ile ilgili diyor ki: “Dolar önce her sohbetin gündem maddesi haline geldi ve sonra bir anda etrafımıza bakındık ve hadisenin günlük hayatımızı nasıl berhava ettiğini tespit ettik… Her şey hızla eriyordu… Daha dün elli bin Mark fiyatı olan patates bugün yüz bine satılıyordu; geçen cuma günü eve getirilen altmış beş bin marklık bir maaş salı günü bir paket sigara almaya yetmez oluyordu.”
Sıradan Alman, sıradışı koşullarda büyük bir bunalım yaşanırken türlü çılgınlıkları yapmaya hazır haldeydi, 1920’lerden itibaren. Hayal kırıklıkları yaşıyordu halk ve bunda, Nazi’ler iktidara geldiğinde dahi azımsanmayacak oy oranına sahip Alman solunun basiretsizliğinin katkısı vardı tabii. Örneğin Haffner, ‘milliyetçilerden daha milliyetçi olunabileceğini sanan’ sosyal demokratları da hiç hayırlı sözcüklerle anmıyor! 1930’larda sıradan Alman, toplu etkinlikler ve yalana dayanan yoğun propaganda sayesinde Nazi sempatizanına dönüşürken, hayranlık duyulan insanın Hitler gibi bir kaçık olduğunu bir kez daha hatırlayalım. Haffner’in Hitler tanımı:
“Pezevenklere yaraşır saç kesimi, sahte bir pırıltı, Viyana banliyölerine has şive, çok sık ve çok fazla konuşması, saralılarınkine benzeyen hareketler, abartılı jestler, salyalar saçarak yaygaracılık yapması, kâh gözlerini dikerek kâh bakışlarını kaçırarak bakması ve tabii konuşmalarının içeriği: Tehdit etmekten ve hunharlıktan aldığı keyif, kanlı infaz fantezileri. 1930 yılında Spor Sarayı’nda onu avuçlarını patlatırcasına alkışlayanların çoğu, muhtemelen bu adamdan sokakta ateş bile istememeyi tercih ederlerdi… Bütün bu çirkinliğin, bu çamura batmışlığın, bu yapış yapış iğrençliğin yarattığı büyüleyici etki…”
Haffner, Naziler konusundaki tek yanılgısının, onların ne denli korkunç düşmanlar olabileceğini kestirememesi olduğunu itiraf ediyor. Her gün, bir kez daha hayrete düşüren yeni bir saçmalık yaşanıyor. Örneğin kitaplar yakılıyor bir gün ve gazetelerde sıradan haber oluyor yalnızca: “Yaşayan Alman edebiyatı, iyi ya da kötü olduğunu bir yana bırakalım, kazınmıştı ülkeden… Birçok gazete ve dergiyi, gazete büfelerinde bulmak mümkün değildi artık…”
Yakılan kitaplar…
Sıra geldi önereceğim ‘yeni’ kitaba. Norman Ohler’in kaleminden, ‘Harro ile Libertas – Bir Aşk ve Direniş Hikâyesi’ (2021, İletişim, çeviren Tanıl Bora, 376 sayfa).

Gerçek bir hikâyenin, belgelerden hareketle ‘roman gibi’ kaleme alındığı nefis bir kitap Harro ile Libertas. Nazilere karşı yürütülen bir direniş, tarih, çılgınlık, aşk birlikte ilerliyor. Birbirini bulmuş ve farklı ideolojilere mensup, muhtelif meslek ve yaş gruplarından, ortak nitelikleri Nazi karşıtlığı olan insanların, yaşamlarını tehlikeye atıp türlü yöntemlerle örgütledikleri bir direniş. Yasa dışı bildiri basıp dağıtarak ve anti-faşist güçler için istihbarat toplayarak Nazi rejimine direnen Almanlar. Harro ve Libertas, çok genç bir erkek ile daha da genç bir kadın, ikisi de milliyetçi-muhafazakâr ailelerden geliyor ve yolları Nazi karşıtı direnişte birleşiyor. Farklı niteliklere sahip insanların ortak ve değerli bir ülkü uğruna omuz omuza yapabileceklerini, göze alınan fedakârlıkları anlatıyor Ohler. Hitler’in Şansölye oluşundan, trajik sona dek.
Nasıl olur, nasıl böyle bir delilik adım adım her yere ve herkese sirayet edebilir, başlangıçta pek ciddiye alınmayan vasıfsız bir kaçık ile çevresi, çok kısa sürede nasıl o güne kadarki en gaddar yöntemlerle totaliter iktidarını kurabilir, en delice uygulamalar nasıl olur da sıradan insana olağan görünmeye başlar, hatta coşkuyla karşılanır… Faşizmin taktikleri, beslendiği kaynaklar, yaslandığı sermaye desteği, başvurduğu mitler, kullandığı araçlar ve acımasızlığı anlaşılmaz değil; bana kalırsa anlaşılması daha güç olan, benimsenmesindeki yaygınlık, rıza ve zor araçlarının ulaştığı başarı ve ‘çılgınlığın’ sıradan insanın yaşamındaki makbul karşılığı.
Harro ve Libertas’ta Nazilerin yükselişi, halkı/muhalifleri hızla hizaya sokmaları ve yarattıkları dehşet ile onlara karşı örgütlenen bir direniş grubunun yıllar süren eylemleri iç içe geçiyor. Mutlaka okumalısınız bu etkileyici kitabı.
Başlıktaki ‘kitap yakma’ eylemi Nazi rejiminin en bilinen uygulamalarından. Kitapların yakılmasını üniversite öğrencileri örgütlüyor. Ne kadar anlamlı ve korkunç değil mi! Öğrenci Birliği, Berlin Üniversitesi önünde yapıyor ‘etkinliğini’ ve farklı şehir ve üniversitelerde ‘eşzamanlı’ olarak yakılıyor kitaplar. Norman Ohler’in satırlarıyla bitsin yazı:
“(10 mayıs 1933)… Gazeteci ve hicivci Kurt Tucholsky’nin eserlerinin, büyük yazarlar Heinrich ve Thomas Mann’ın romanlarının, dahi Sigmund Freud’un, talihsiz Joseph Roth’un, o hayranlık durulacak Stefan Zweig’ın veya yazdığı şarkıları o kadar severek söylediği Bertolt Brecht’in çalışmalarının yakılması gerektiğinin söylenmesi… sanatçılığa yatkın bir aileden gelen Libertas’a nasıl geliyordu acaba?… Libertas şair olmak istemişti, kitaplarla büyümüştü o. Şimdi eğlenceyi kaçırmak istemeyen 70.000 insan, penceresinin önünden geçiyor. Yakma işini Berlin üniversitelerinin öğrencileri örgütledi, üniversite kütüphanelerini ‘temizlediler,’ ama kitapevleri de mali kayıplarına aldırmadan gönüllü katılıyorlar. Kültür kıyımı var ortada.”
Günlük yaşama, alışkanlıklara, yaygın/hâkim dil ve ortak değerlere, köşe bucağa bakmak gerekiyor, faşizmin toplumsal düzlemde nasıl kurulup işlediğini kavrayabilmek için.
Video önerisi: Vaktiniz olursa ve şunca yıl seyretmediyseniz, Ümit Kıvanç’ın ‘Roboski (Uludere-Ortasu)’ hakkındaki belgeselini, ihmal etmemeniz dileğiyle buraya bırakıyorum. “Ağlama anne, güzel yerdeyim.”