
MURAT SEVİNÇ
Altı siyasi partinin genel başkanı bir araya geldi ve bir süredir üzerinde çalışılan mutabakat metnini imzaladı. Elimde basına dağıtılan 19 sayfa uzunluğunda ‘lansman’ (!) metni var. Okuyacağınız yazıda yalnızca ve kısaca bu metinden, hazırlık sürecine ilişkin bazı tahminlerimden söz edeceğim. Bir sonraki yazıdaysa metne ve metne hâkim olan ‘hukuk-sorun-çözüm’ zihniyetine ilişkin eleştiriler yer alacak.
Şu devirde, farklı oranlarda oyu olan altı partinin (partilerden birinin genel başkanının adını bu tartışmalar vesilesiyle öğrendim) bir araya gelip böyle bir metin üzerinde uzlaşması iyi bir şey midir? Bence iyi bir şeydir. Peki, metin bugüne dek hiç söylenmemiş, işitilmemiş bir şey söylüyor mu? Bir-iki satır istisna, hayır, söylemiyor. Türkiye’de çok okunan, klasik, liberal demokrasinin ilkelerini ciddiye alan, anlatan ve öneren herhangi bir anayasa kitabını açarsanız, çok benzer düşüncelerle, eleştiri ve önerilerle karşılaşırsınız. Bu bir eleştiri değil, metnin söylediğinin abartılmaması gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. Sıradan, sürprizsiz, üzerine düşünülmüş, derli toplu bir metin.
Bu tarz ‘sözleşmeleri’ hazırlamak hem kolaydır hem zor. Kolaydır, çünkü tarafların hiç birinden diğerini çok zor durumda bırakacak bir öneri gelmez, yani herkes nasıl bir masa etrafında oturduğunun farkındadır. Zordur, çünkü kamuoyu nezdinde birbirinin aynıymış gibi görünen kurum ve kişiler, aslında farklıdır, başkaca tarihsel arka plana sahiptir. Örneğin, “CHP çok sağcı oldu” deniyor ya, bir metin üzerindeki çalışmaya tanık olduğunuzda, aslında CHP’nin diğerleri gibi olmadığını, temel haklar rejiminin demokratikleşmesi üzerinde daha cevval davrandığını görürüsünüz. Ya da Kürt sorunu konusunda, örneğin Saadet Partisi çok daha esnek, kadın hakları konusunda İYİ Parti diğer sağ partilerden hayli cesur davranabilir.
Böyle çalışmalar, biraz da söz konusu gerekçelerle, kaçınılmaz olarak ortalama görüşü yansıtır, o ortalamayı yansıttığı ölçüde sıradan görünür. Çünkü asıl kritik ve can yakıcı konularda somut bir şey söylemez, söyleyemez, daha doğrusu satır aralarına gizler söyleyeceğini. Önümüzdeki metin bir yandan çok somut öneriler sıralarken, diğer yandan genel geçer cümlelerle hak ve özgürlük vadediyor. O hak ve özgürlüklerin içeriğine dair pek bir şey yok kuşkusuz, olması mümkün mü, zannetmiyorum, yıllar sürecek dönüşümün çerçevesini belirleyen bir senetten söz ediyoruz. Yalnızca anayasal değil, yasal, siyasal ve toplumsal düzlemde yaşanması gereken bir dönüşüm.
Mutabakat, klasik parlamenter sistem öneriyor, sembolik yetkilerle donatılmış bir cumhurbaşkanı ve güçlü bakanlar kurulu, güçlü parlamento. Metin baştan sona, ‘sütten ağzımız yandı, yoğurdu üfleyelim’ endişesiyle hazırlanmış. Olağan bir durum bu, her yeni anayasal sistem önerisi önceki dönemin sorunlarını çözmeye yönelir, tepkiseldir ve mutabakat da 1961 Anayasası’nın, 1924 Anayasası dönemindeki sorunlara çözüm olarak kurduğu klasik parlamenter sistemi benimsiyor.
Tabii, bazı konuları da özenle geçiştirip ‘geleceğe’ havale ediyor, örneğin o cumhurbaşkanını halk mı yoksa Meclis mi seçecek, belli değil. Neden? Tahmin edilebilir; İslamcı gelenekten gelenler, Erbakan mirası nedeniyle, halk tarafından seçim ilkesine kıyamamışlardır, konu geleceğe havale edilmiştir. Yine, cumhurbaşkanı seçilen bir kişinin görev süresi sonrasında siyaset yapmaktan men edilmesi, yaşadığımız döneme gösterilen aşırı ve kabul edilemez bir refleks. Bu tarz önerilerin önümüzdeki dönemde ‘unutulacağını’ tahmin ediyorum.
Metnin ayrıntılı anlatımına gerek duymuyorum, klasik parlamenter sistem kurduğunuzda diğer kurumlar da ona uygun düzenlenir ve protokol metni bakımından asıl önemli olan, ‘güçlendirilmiş’ sıfatı. Hemen tüm vaatler, hükümet sisteminden çok siyasal sistemin, ezcümle demokrasinin güçlendirilmesine yönelik. HSYK’nin yeniden yapılandırılması, bürokrasinin ve yargının yeniden örgütlenmesi, seçim barajının düşürülmesi, siyasetin finansmanının görünür hale getirilmesi, idarenin doğru dürüst denetlenmesi, yargı bağımsızlığını sağlamaya yönelik düzenlemelerin yapılması, YSK’nin yapısının değiştirilmesi, Sayıştay denetimin etkili hale getirilmesi, temel hak ve özgürlükler rejiminin anti-demokratik hükümlerden arındırılması, AYM ve AİHM kararlarının etkili biçimde uygulanmasının sağlanması, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve elbette, kadın haklarına yönelik ilerici vaatlerle çevre hakları – iklim krizine yönelik ifadeler… Unutmadan, ‘YÖK’ün kaldırılacağı’ yönünde verilen söz, başlı başına mutluluk ve umut verici.
Önümdeki metni, sorunları ve çözüm önerilerini korkmadan konuşmak için gerekli olan asgari zeminin yaratılmasında bir adım olarak görüyorum. Abartılmaması gereken, büyük sürprizler içermeyen, sol-demokrat kesimin yıllardır savunduğu anayasal/yasal ilkeleri barındıran, buna mukabil küçümsenmeyi de hak etmeyen, bir sözleşme çabası. Uyulup uyulmayacağı, neyin ne kadar olacağı yalnızca imzacılara değil, toplumun, kamuoyunun duyarlığına ve baskısına da bağlı.
Türkiye fazlaca umutlanmak için de tümüyle umutsuzluğa kapılmak için de yanlış toprak. Parti genel başkanlarından ziyade, kendimize, topluma, toplumsal hareketlere, kamuoyu baskısına, emek hareketine, kadın hareketine, insan hakları mücadelesine güvenmek, herhalde çok daha makul bir tutum.
Şimdi asıl mesele, sanırım bu ve benzeri çabaların halka doğru dürüst, palavracılığa tenezzül etmeden anlatılabilmesinde. Ne değişecek, üç-beş yıl öncesine dek zaten parlamenter sistemle yönetilmiyor muyduk, o yıllarda her şey yolunda gidiyordu da işler 2017’de mi bozuldu… Türkiye’de ‘güçlendirilmiş parlamenter sistemi’ bir çırpıda doğru telaffuz edebilecek kaç kişi vardır, kime ne ifade eder, örneğin o ‘lansman’ (pes!) esnasında ortalama yurttaş ne düşünmüştür, haberdar olmuş mudur, olmadıysa neden olmamıştır…
Birinin bana, yiyeceğim ekmeğin ücret ve niteliğiyle ya da çocuğumu gönderecek ücretsiz nitelikli bir okul bulamayışımla, hükümet biçimi ve siyasal sistem arasında yakın ilişki olduğunu anlatması gerek. Pazarda çöp karıştıran bir yoksul, ‘Sayıştay denetimi güçlenecek’ vaadiyle ilgilenmez, takdir edilebileceği üzere. Hele ki Türkiye gibi, mütemadiyen özgürlükçülük oyunu oynanan, güvenilmez siyasetçilerin ‘tutulmamış vaatler’ çöplüğüne dönüştürdüğü bir ülkede.
Türkiye anayasa tarihi, anayasa/hukuk düzeyinde çok şeyin değiştirilip toplumsal-siyasal düzeyde hemen hiçbir şeyin değiştirilemediği gerçeğinin de tarihidir. Bu nedenle, bir sonraki yazı mutabakat metnine hâkim ideoloji ve anayasa-hukuk anlayışının eleştirisi üzerine olacak. Ülkeyi, bir kez daha ‘teknik-kurumsal’ tartışmalar cenderesine sokmamak için bıkıp usanmadan çaba harcamalı.
Her halükârda hayırlı olsun…
İklim krizi notu: Açık Radyo’dan, 25 Mart Küresel İklim Grevi’yle ilgili yazı ve bildiriler.
Yazı önerisi: Tanıl Bora’dan, ‘Çıkar Telefonunu Göster’ başlıklı yazı.