
MURAT SEVİNÇ
Gazetelerde amatör yazarlığa (Radikal 2) başladığım 2007 yılının ocak ayında kaleme aldığım ikinci konu ‘367’ tartışmasına ilişkindi. O esnada köpürtülüyordu, üç-dört ay sonra ciddi ciddi AYM kararı haline geliverdi. Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçilemesin diye ‘icat edilen’ yetersayı kuralının, ‘hüzün veren bir anayasa tartışması’ olduğunu yazmıştım. O günden sonra Türkiye’deki ‘anayasal’ tartışmalar hakkında bir-iki satır karalamaya çalıştım ve amatör köşecilik macerasının neredeyse her kritik evresinde, sayıları az da olsa ‘muhalif’ birileri çıkıp, teşbihte hata olmaz, ‘oyuna gelmemem’ yönünde uyardı!
‘Oyuna gelme’ eleştirileri/uyarıları, tahmin edilebileceği gibi ‘oyuna gelmeyenler’ tarafından yöneltiliyordu. Örneğin, 367 konusunda haklı olduğumu düşünen, buna mukabil “Bu heriflerin işine yarayan bir şey söylememelisin, aptallık ediyorsun” diyen meslektaş çıkabiliyordu. Ya da diyelim AKP kapatılsın diye hazırlanan iddianameyi eleştirdiğinizde, aynı zihniyet ‘nasıl da saf’ olduğunuzu hatırlatıyordu. Üniversitede türban yasağına karşı olduğum(uz) için dinlediğim(iz) konuyla ilgisiz söylev ve doğru yola sevk etme çabası az değildi. Görmüyor, anlamıyor, gerçek niyetleri fark edemiyordum…
Oyuna gelmeyenlerin (kabul etmek gerekir, azınlıktılar) olup bitene yaklaşımı basitti: İki ile ikiyi topladığında dört edebilir, ancak koşullar gerektirdiğinde “Üç” ya da “Beş” de diyebilmeli insan! Diyelim ki bu sonucu çıkarmayı kendinize yediremiyorsunuz, o zaman, “İki ile ikiyi toplarsan kaç eder” sorusunu yöneltene, böyle bir toplama çabasının ne denli gereksiz, toplama işleminin ise tartışmalı olduğunu söyleyip ona ‘ikiden ikiyi çıkarmasının’ daha doğru olacağını salık verebilirsiniz. Her dönemde olduğu gibi asıl kalabalık grup ise “İki ile ikiyi toplamazsın olup biter” ya da “Hangi iki, şu bir ile birin toplanmasıyla elde edilen rakam mı” diyenlerden oluşuyordu!
Buradaki ‘ben’ yerine ‘biz’ koyun, çünkü çok insanın yaşadığı bir deneyimden söz ediyorum. Akademisyen, bir saksı ya da elma olmadığına göre ‘tarafsız’ olmaz, olamaz; buna mukabil ‘nesnel’ davranmak zorunda. İnsan bir şeyin doğru olduğunu düşünüyorsa, onun doğru olduğunu düşündüğü için savunur. Savunduğu yanlış da olabilir ya da o konuda farklı kanılar vardır. Mesele, düşünce eylemi ve onun aktarımını dalkavukluğun ve ölçüsüzce pragmatizmin hizmetine sunmamakta. Onun işine yarar, buna hizmet eder diye ‘söylememek’ yazarlık/ akademisyenlik değil, hokkabazlıktır ve bizim memlekette epeyce makam-para kazandırsa da onur duyulacak bir haslet değil. Hal böyleyken konuyla ilgili bir yazar, eğer laiklik ilkesinin canına okunduğunu görüyorsa, laiklik ilkesinin canına okunuyor, der, demeli. Bu kadar basit.
Peki, bir anayasal ilkenin yok sayıldığını gören bir siyasetçiyse, muhalefetteyse, nasıl davranıp ne söylemeli? Özetlemeye çalıştığım tavrın siyasetteki karşılığı da, benzer bir ruh haliyle çıkıyor karşımıza.
Uzatmayacağım, konu yine laiklik.
‘Anlıyoruz’ iktidar cenahında vaat bitti ve geriye bolca din istismarı kaldı. ‘Görüyoruz’ bunun başlıca aktörü Diyanet ve başındaki kılıçlı erkek. ‘Tahmin ediyoruz’ muhalefeti başka bir yere çekip tartışmanın düzlemini değiştirmeye çalışıyor olabilirler. İnanın hepsi görülebiliyor, anlaşılabiliyor ve yine inanın bunları anlamak için öyle pek pırıltılı olmaya da gerek yok. Milyonlarca yurttaş durumun farkında.
Ancak tüm bunların farkında olup aynı zamanda anayasal ilkelerin ve onların temelindeki laiklik ilkesinin nasıl yerle bir edildiğini ‘anlamak’, Diyanet’in benim vergimle ruhban tabakası gibi davrandığını ‘görmek’, söz konusu eğilimin bir freni olmadığını ‘bilmek’ de mümkün. Bir tartışmayı başlatıp sürdürmek, hem gündemi hem rejimi değiştirebilir, ikisi aynı anda mümkün. Son yıllarda yaşadığımız da bu. İktidar ve çevresindeki halenin yol verdiği hiçbir tartışma yalnızca gündem değiştirme çabası olarak kalmadı, er geç ve az çok sonuç verdi. Muhalefet, ikna edilme ihtimali olmayan fanatik (ve azınlık) bir seçmen kitlesinin gözüne girmek gibi bir fantezinin peşinde, cumhuriyetin temel niteliklerinin yok sayılmasına ve bir inanç yorumunun kamusal yaşama hâkim kılınmasına seyirci kaldı, kalıyor.
Canım bu işler seçim sonrasında değişir… Bakma şimdi birilerinin sesinin çok çıktığına, kılıçlı arkadaşı üç gün sonra kim hatırlar… Laiklik uygulamada zaten sorunlu bir ilkeydi, Türkiye bugüne dek laik miydi ki… İktidarın bu konuları istismar etmesine izin vermemeliyiz… Bizi o alana çekiyorlar vs.
Hepsini doğru kabul edelim; peki, ‘iktidar tepkimizi istismar eder’ bıktırıcı endişesinden sıyrılmak için gerekli olan, ‘her koşulda savunulacak bir ilkeye sahip olma’ seçeneği bu kadar mı uzak hakikaten. Yazılar boyu dert edindiğim şu basit soruyu bir kez daha yinelemek istiyorum: Kamusal yaşamı inancın kuralları mı, yoksa laik/seküler kurallar mı belirleyecek? Bir başka deyişle, bir hukuk kuralının ‘inancına aykırı’ olduğunu düşünen yurttaşa hangi yanıt verilecek?
Muhalefet, örneğin bir hekim cinsiyeti nedeniyle hastasına dokunmak istemediğinde, bir erkek hâkim sarık kullanmayı talep ettiğinde ne yanıt verecek? Bir öğretmen burka ile derse girmek isterse? Diyelim, Diyanet’in dört-altı yaş çocuklara ‘zorunlu’ Kuran öğretimi önerisi somut biçimde gündeme gelirse, yine kulağının üzerine mi yatacak muhalefet partileri? Biri, bir sanat gösterisini ‘değerlerine’ aykırı bulduğunda, sanatçının/sanat özgürlüğünün yanında durabilecekler mi? Muhalefetin ‘ilkesi’ nedir?
Aman oylarını alalım, aman oyuna gelmeyelim, aman istismar etmelerine izin vermeyelim ezberleri, muhalefetin elinde avucunda sahip çıkabileceği, yurttaşa anlatabileceği bir ilke bırakmıyor. Oysa o saçma sapan, kibirli ve gerici ulusalcılıkla, kamusal yaşamda dinî hâkim kılmaya niyetli istismarcılığa göz yummak arasında koskoca bir dünya var ve kurucu nitelikte siyaset ancak o alanda yapılabilir.
Muhafazakâr cenahın ‘fanatik’ azınlığı, ağzıyla kuş tutsa muhalefete oy vermeyecek. Muhalif siyasetçiler her hafta Umre’ye gitse, onlar dönüp “Ama deveyle yolculuk etmeniz daha uygun olurdu” diyecek. İktidardan ve iktidarın muhaliflere eziyetinden son derece hoşnutlar. Muhalefeti neredeyse düşman olarak gören bir zihniyet var karşınızda, karşımızda. İktidarın hararetli taraftarı, çok şeyi görüp bilerek, inadına sunuyor desteğini.
Diğerlerinin, ezcümle fanatik olmayan orta halli ve yoksul yurttaşın ise artık din dışında bir şeyler duymaya, iyi yaşam seçenekleriyle tanışmaya gereksinimi var. Onlara, hâlihazırda illallah dediklerini, yeniden ve bu kez farklı ellerin taşıdığı tepside sunmaya çalışmanın akıl alır yanı yok. Muhalefete, karşılarındaki yurttaş kümesinin on beş-yirmi yıl önceki dindar muhit insanı olmadığını, köprünün altından çok su aktığını, dindarların bile o ‘muhafazakâr değerleri’ muhalefet kadar el üstünde tutmadığını anlatmanın yolu nedir acep! Hani sürekli olarak “Mahallenizden çıkın biraz” deniyor ya, işte çıkar ağı içinde yer almayan mütedeyyin kesimin de böyle bir gereksinimi ve arzusu var. Bunu görmek bu denli zor olmamalı.
Birlikte yaşayabilmenin yolu, herkese çiçek dağıtma telaşıyla sorunları ve anayasaya açık aykırılıkları görmezden gelmek değil, uymayanın yaptırımla karşılaşacağı eşitlikçi hukuk kural/ilkeleriyle çerçevelenmiş demokratik bir kamusal alan yaratma vaadi olabilir. O hukuk kuralları laik/seküler olmak zorunda. Laik/seküler olmayan bir demokrasi yok yer yüzünde. Yok. Yok. Yok.
Muhalefet, laikliğin değerini ve onun dindarlar için hayatiliğini anlatmalı, ulaşabildiği her kanaldan, herkese. Fanatik ya da çıkarcı olmayıp da, doğru dürüst anlatılanı anlamamakta ısrar eden pek az insan tanıdım bugüne dek. Sıradan bir yurttaş olarak milyonlarca insanı temsil eden muhalefet partilerine ‘anayasanın laiklik ilkesine’ sahip çıkma çağrısı yapmak zorunda hissetmek, yalnızca bana tuhaf görünmüyordur umarım! Bir başka söyleyişle, ‘oyuna gelme’ endişesiyle çoğulculuğun emniyet supabı laiklik ilkesine sahip çıkmaktan vazgeçmiş görünen başka bir muhalefet var mıdır, demokratik sistemlerde? Bunların hâlâ iyi günlerimiz olduğu düşünülürse, muhalefet ne olduğunda ‘hayır’ diyebilecek?
Ünsal Ünlü programı: Ünsal Ünlü’nün, Nazım Hikmet programı. Büyük emek.
İklim krizi notu: Foti Benlisoy’un ‘Ekofaşizmin ayak sesleri’ yazısını buraya bırakıyorum.
Yine, içinde iklim krizi geçen güzel bir yazı: ‘Tek toplum, tek dünya, çok bela’