BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Önümüzdeki sene seçim sathı mailine gireceğimiz göz önüne alınınca muhtemel bir muhalefet zaferi halinde nelerin değişeceğine dair spekülasyonlar başlayabilir. Ekonomi, demokratikleşme, parlamenter sisteme dönüş gibi bir dizi ana başlıkta bu değerlendirmeler yapılıyor bile. Muhalefet bloğunun liderleri de açıktan ne tür değişiklikler planladığını kamuoyuyla paylaşıyor.
Dış politikaya geldiğimizde ise durum biraz farklılaşıyor. Bu, muhalefetin dış ilişkilerimizin yürütülmesine ilişkin alternatif bir vizyona sahip olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Ancak daha ziyade kamuoyunda hassasiyet yaratan bazı ana başlıklara yönelip birçok somut meselede fikir beyan etmekten kaçınıyorlar. Bolca milliyetçi propaganda ve mehter marşıyla uyuşturulmuş kitlenin algılarıyla mücadele etmek yerine, kendilerini akıntıya bırakıp iktidarın zafiyetlerine odaklanmayı tercih ediyorlar. Beka söylemiyle, tamamen güvenlikleştirilmiş bir dış politika anlayışıyla çatışmak yerine, bunun doğrudan sonucu sorunlara odaklanıp hükümeti bunun üzerinden vurmayı hedefliyorlar.
Daha açık ifade edersek Kürt milliyetçiliğinin ülkeyi böleceği hipotezi ve tüm imkanların bununla mücadeleye seferber edilmesi şeklinde inşa edilen bir politikanın belkemiğini sorgulamayıp bunun sonucunda Ortadoğu’da ortaya çıkan sıkışma ve nihayet sığınmacı sorunu üzerine odaklanılıyor. Esad’la yapılacak bir anlaşma ve bunun sonucunda mültecilerin evlerine gönderileceği planıyla seçmen kitlesine, onların milliyetçi duyarlılıklarına rahatsızlık vermeyecek bir çözümün pekâlâ mümkün olduğu, iktidara gelindiğinde bu pratik adımların atılmasıyla mucizevi bir iyileşme sağlanacağı ifade ediliyor.
Uzun süre Türk dış politikasının en önemli eksenlerinden birisi olan AB sürecindeki tavsama ise pek gündeme gelmiyor. Evet, sadece Türk kamuoyunda değil Avrupa’da da bu konunun artık ön planda olmadığına dair kötümser bir mutabakat oluşmuş durumda. Fakat üyelik sürecindeki tıkanmanın ötesine geçen olumsuz bir havadan bahsediyoruz. On sene öncesine kadar Türkiye ve AB’nin birbirine muhtaç olduğundan, bir dizi işbirliği alanından bahsederken çok kısa bir sürede nerdeyse iki hasım aktöre dönüşmüş olmamız dikkat çekici. Muhalefet bloğunun, belki de toplumsal karşılığının olmadığını düşünerek bu konuyu pek gündeme getirmemesine de dikkat çekelim. AB projesine yönelik yeni bir canlanma, ilişkilerin geliştirilmesine yönelik bir atılım hevesi gözlemlenmiyor.
ABD ile ilişkilerde yaşanan sorunlara yönelik de benzer bir mesafe söz konusu. Soğuk Savaş yıllarındaki en önemli müttefikimizle çok sorunlu bir dönemden geçiyoruz ancak muhalefet partilerinde bunun giderilmesine ilişkin bir plan dillendirilmiyor. Bilakis iktidarın ilişkileri yumuşatma çabaları ortaya çıktığında buna yönelik milliyetçi tepkiye tutunmayı tercih ediyorlar. Washington’a karşı alttan aldığımız durumlarda daha sert tutum almadığımız için seslerini yükseltiyorlar. Bu durum elbette ABD’nin Türk kamuoyundaki algısıyla doğrudan alakalı. Solun ve bir nebze İslamcıların geleneksel ABD karşıtlığı, Kürt meselesinin aldığı şekil yüzünden toplumun çok farklı katmanlarına yayıldı. Kamuoyu yoklamalarında Türkiye’nin güvenliğiyle ilgili bir numaralı tehdit çıkan bir ülkeyle ilişkilerin iyileştirmesine yönelik bir iletişim pek akıllıca olmazdı. Bununla birlikte dünyanın hala bir numaralı gücüyle işlerin nasıl götürüleceğine dair bir fikri de olmalı muhalefetin. Bu politikayı net biçimde duyabildiğimiz söylenemez.
Muhalefeti oluşturan parçalı yapının üzerinde mutabık olduğu konuların başında Suriye’deki durum göze çarpıyor. İktidarı Şam’la ilişkileri normalleştirmekte geciktiği ve bundan dolayı mülteci sorununa yol açtığı için eleştiriyorlar. Yine iç politikayla bağlantılı ve toplumsal mutabakatın güçlü olduğu bir soruna değen bir gündeme odaklanarak kolay çözüme yöneliyorlar. Elbette muhalefet için geçerli bir strateji olsa bile iktidara gelindiğinde somut sorunlara el atılması gerekeceğinden bu yaklaşım yetersiz kalacak.
Hükümetin dış politika meselelerinde başarısız olduğunu ve muhtemel bir devir teslim halinde bunların giderileceğini söyleyenler iki şekilde akıl yürütüyor olabilir. Birincisi, yukarıda da birkaç örneğini verdiğimiz gündem maddelerinde farklı politikaların izlenmesiyle daha iyi sonuçların alınacağı iddiası. Ancak, iktidarın yöntemlerinde ciddi sorunların olduğunu kabul etmekle birlikte bugünkü güçlüklerin önemli bir kısmının küresel konjonktürle alakalı olduğunu, yeni hükümetin elinde sihirli değnek olamayacağını da değerlendirmek gerekir. Suriye’deki savaş öncesi statükoya dönmek, bazılarının sandığı ve milliyetçi kamuoyuna pazarlamaya çalıştığı gibi mümkün olmayabilir. Dolayısıyla yeni gelecek hükümet de kendisini ABD-Rusya tahterevallisinin bir o yanında bir bu yanında bocalarken bulabilir. Yine bütün diplomatik maharete rağmen oluşacak yeni düzende Kürtlerin öyle veya böyle bir aktör olarak ortaya çıkması kaçınılmaz olabilir.
Doğu Akdeniz’deki krizde de mevcut iktidarın sürüklendiği yalnızlık, bir günden ertesi güne çözülemeyebilir. Ankara, karşısında giderek kemikleşen bir bloğun karşısında ve AB’nin desteğinden mahrum olduğu sürece Yunanistan karşısında zorlanmaya devam edecektir.
Dış politik ilişkilerde iyileşmenin bir diğer yolu, yabancıların Türkiye’ye bakışındaki değişimden kaynaklanabilir. Mevcut hükümetin politikalarından rahatsız olan, alternatif bir iktidarla sorunlarını çözmeyi bekleyen aktörlerin olduğunu tahmin edebiliyoruz. Biden yönetiminin Ankara’nın ısrarlı taleplerine rağmen ciddi bir müzakereye yanaşmaması, AB’nin ‘pozitif gündem‘ adı altında, izole ve sadece acil çözüm bekleyen başlıklara odaklanması, Batı’nın yeni bir muhatap beklediği fikrini güçlendiriyor.
Çıkar çatışması yaşanan bir dizi konu başlığına rağmen Türkiye kolay gözden çıkarılacak bir güç değil; dolayısıyla yeni bir iktidara karşı ABD’nin de AB’nin de daha kolaylaştırıcı bir politika izlemesi şaşırtıcı olmaz. Bir süredir Türkiye’nin kapısını çalmayan yabancı sermaye, doğru ekonomi politikalarının da yardımıyla, yeniden yelkenleri şişirmeye başlayabilir. Türkiye’nin çıkarları karşısında duyarsızlaşan müttefiklerimizin bir miktar esnediğini görebiliriz.
Ancak yukarıda da tartıştığımız gibi çıkar çatışmalarının birden ortadan kalkmasını, dış politikada her şeyin güllük gülistanlık olmasını beklemek gerçekçi olmaz. ABD’nin Suriye, silah alımları, Halkbank davası gibi konularda bize biraz daha ılımlı yaklaşması mümkün ama müesses nizamın hayalini kurduğu savaş öncesi Ortadoğu’ya dönülmesi çok zor görünüyor. AB ile Gümrük Birliği’nin yenilenmesi dahil bir dizi sıcak gelişmeye şahit olabiliriz ama tam üyelik hala Kaf dağının ardında olacak.
Artık yirminci yılını doldurmaya doğru giden, giderek daha da otoriterleşen, kendi dışındakileri düşman olarak gören bir iktidarın insanlarda beklenti birikimi yaratması çok normal. Bir iktidar değişikliği yaşanıp yaşanmayacağını şimdiden bilemiyoruz ama bu gerçekleşse bile beklentileri serinkanlı bir biçimde yönetmekte fayda var. İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla Abdülhamit’in istibdat rejimi sonlanırken Osmanlı toplumuna hakim olan iyimserlikle, yeni hükümetin Batı’yla yeniden tesis edeceği güven sayesinde dış politikadaki sıkışmışlığın da aşılacağı varsayılıyordu. Oysa daha devrimin coşkusu sönümlenmeden Girit ve Bosna da elden çıktı. Belki zaten başka türlüsü mümkün değildi ama içerideki gelişmelerin dış politika sorunlarını çözmede sadece belli ölçülerde yardımcı olabileceğini görmek açısından bu örnekleri akılda tutmakta fayda var.
Türkiye’nin demokrasi, insan hakları, ekonomi yönetimi gibi birçok alanda çok daha iyisini yapmaya ihtiyacı var. Bunu gerçekleştirecek yönetim içerideki dinamiklerden güç almakla beraber dış politikada da mevcut iktidardan daha maharetli olabileceğini ayrıca göstermek zorunda. Sorunlar kendiliğinden ortadan kalkmayacak; toplumda biriken milliyetçi basıncı karşılamak için ortaya atılan popülist söylemlerinse yol haritası olarak hiçbir değeri yok.