NURAY MERT
Bir önceki yazımda Türkiye’nin ‘bir büyük hesaplaşma’nın eşiğinde bulunduğunu yazmıştım. Aslında bu, iktidar blokunun olup bitenlere bakış açısını ifade ediyor; zira geniş bir iktidar gücüne sahip bir blok siyasete nasıl bakıyorsa siyaseti büyük ölçüde bu bakış ve yansımaları belirler. O nedenle, şimdi gelin bu hesaplaşmanın mahiyeti nedir, özetle bir göz atalım.
Nedir bu 100 yıllık parantez?
Başbakan Erdoğan ve onu destekleyenler, Türkiye’nin, ‘100 yıllık bir parantez’i kapattığını, cumhurbaşkanlığı seçiminin yeni bir başlangıç olacağını ifade ediyor. Peki nedir bu ‘100 yıllık parantez’?
Bu yaklaşıma göre II. Abdülhamid’in tahttan indirişilinden sonra geçen dönem, ‘Türkiye’nin Batı‘ya bağımlılaşma’ sürecidir. Aslında, Cumhuriyet dönemi sonrası sağ/muhafazakar/milliyetçi/İslamcı siyaset söylemlerinin ortak havuzunda, başlangıç tarihi farklı da olsa, bu ‘ihanet tarihi’ teması hep olmuştur.
Laik ve Batıcı projeye karşı
Bu tarih okuması, Cumhuriyet’in laik ve Batıcı toplum ve siyaset projesine karşı gelişen tepkinin ifadesidir. Her siyasal tarih okuması gibi, geçmişin arzulanan şekilde yeniden yazılmasıyla kurgulanmıştır.
Bu okumaya göre, aslında ‘ihanet’ Batılılaşmanın tescil olduğu Tanzimat’la başlar; II. Abdülhamid dönemi dışarda kalacak şekilde Jön Türkler, İttihat ve Terakki ve Cumhuriyet”le devam eder.
Gerçeklerden bihaberler
Ama nedense, son zamanlarda ihanet son 100 yıla sabitlendi. Zaten önemli olan tarih değil, bir tepkiselliğin geçmiş tasavvuru. Öyle olduğu için, bu tarih okumasından yola çıkan ve tüm tezlerini buna dayandıran pek çok insanın, Osmanlı’nın son dönem tarihine ait en sıradan bazı gerçeklerden haberi yoktur.
Mesela, Sykes-Picot Anlaşması’na kadar, Magrip’ten Maşrık’a Arap dünyasını Osmanlıların yönettiğini sanarlar. Mesela, Osmanlı’nın son döneminde, üst sınıfların, Cumhuriyet’ten çok önce fazlasıyla Batılılaştığını, saray hayatının pek alafranga olduğunu, son Sultanların bugünkü tabirle ‘monşer’ olduğunu da bilmezler…
Romantik bir geçmiş tasavvuru
Dediğimiz gibi, burada önemli olan tarihi gerçekler falan değil, son dönem yaşanan dönüşümlere duyulan tepki. Bu son derece anlaşılır tepki, kendine romantik mi romantik, ‘dindar, hep muzaffer ve ideal, ama başkaları tarafından çökertilmiş bir geçmiş’ tasavvur etmiştir.
Bu tasavvura en çok sarılanlar, Cumhuriyet projesinin dışladığı dindar/muhafazakar veya daha doğrusu onlar adına konuşmaya soyunan bir alternatif aydın kesimdi.
Cumhuriyet projesini sahiplenen/benimseyen mektepli, şehirli kesim dışında kalan halk çoğunluğu, Cumhuriyet karşısında tepki olarak gelişen alternatif tarih okuması ve onun üzerinden inşa edilen siyasal-toplumsal kimliğin orta ve uzun vadedeki alıcıları oldu.
Garipler ve paryalar
Bu kesimin zihinsel ve duygusal haritasının şekillenmesinde en tesirli kişi ‘Üstad’ Necip Fazıl, bu kesime ‘Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya’ diyerek, sadece alternatif bir kimlik sunmuyor, Batılılaşmış seçkinlere karşı bir büyük öfkeyi mayalıyordu.
Bu vatanı ‘asıl sahipleri’nin değil, yabancılaşmış veya kanı bozuk bir tayfanın, bir komplo çerçevesinde yönettiği fikri, AKP’den çok önce var olan, yaygınlık kazanmış bir düşünce-duygu-kimlik referansıydı. Dalgalar halinde şehirleşen geniş halk kesimleri, yadırgadıkları ve yadırgandıkları ölçüde bu tasavvurun içinde teselli buldu; ‘öz vatanları’, daha doğrusu onu ele geçirenler onları ‘parya’ olarak görüyordu, ancak aslında öz vatanın öz sahibi onlardı.
İşte AKP’nin son dönem söylem ve politikaları, bu duygunun iktidar olmuş ve mutlak iktidara talip halidir. Ne fazla, ne eksik!
O kadar basit değil
Peki, başından beri böyle miydi? AKP baştan kendini demokrat olarak tanımlasa da tarihsel bir intikamın partisi olarak mı yola çıktı? Eskiden ‘İslamcılar takiyye yapıyor’ diye demokratik özgürlüklere karşı çıkanlar haklı mıydı?
Tabii ki hayır.
Gerçi, bir ölçüde Şia’daki takiyyeye denk gelen ‘maslahat’ diye bir siyasi tedbir anlaşıyışı vardır ve bizim İslamcılar, pek çok kez bu daire içinde hareket etmişlerdir. Ancak, meseleyi bu şekilde açıklamak sığlık olur.
Dahası, AKP sadece maslahat güderek siyaset yapmıyordu. Ancak birden fazla nedenin bir araya gelmesi, Erdoğan’ı bir yandan mutlak iktidar arayışına, diğer yandan geçmişinin en yaralı noktalarına savurdu.
Takdir edersiniz ki, Türkiye’nin demokratikleşememe hikayesi ne İslamcılık ne de Erdogan faktörüyla açıklanabilir. Daha derine inmek lazım, daha çok gerçekle yüzleşmek lazım. Şimdilik bu konuyu da bir yana bırakalım.
Orta sınıf ve kültürel referans
Biraz da, ‘bir büyük hesaplaşma’ya sahip çıkanların nasıl bir blok oluşturduğuna bakalım.
Yok, AKP’yi destekleyenlerin tümü, öz vatanında garip hissedenlerden ve onların çocukları veya öğrencilerinden oluşmuyor. Bu duygu ve zihin bir arka plandan ibaret. Dargörüşlülüğü besleyen, öfkeyi kabartan bir arka plan bu.
Bunun ötesinde, bir yandan sosyologların çok sevdiği ‘muhafazakar orta sınıfların yükselişi’ meselesi, diğer yandan sınıfsal tepkilerin kültürel referanslara tercüme edilmesi hadiseleri var.
Muhafazakar kesimde orta sınıflaşma dediğimiz, ekonomik manada gelişen ama siyaset ve toplumsal hayatta kendine yer bulamayan veya hak ettiği yeri bulamadığını düşünenlerin çoğalması.
Sınıfsal tepkilerin, mağduriyetlerin kültürselleşmesi dediğimiz ise dar gelirli hayatın nedenini, ‘dindar olduğu için öz vatanında parya’ muamalesi gördüğünü düşünme, hissetme, ona göre tepki verme, kimlik kazanma, siyasallaşma demek.
Yok, ‘yanlış bilinçlilik’ değil. Bu, çok zalim ve kaba bir deyim. İnsanlar cahil oldukları, yanlış düşündükleri, durumlarının farkında olmadıkları için değil, kendilerine ekonomik durumlarının ötesinde değer biçtikleri için kültürel referanslara sığınır.
Dahası da var: Köle-efendi diyalektiği
Peki hepsi bu mu? Değil tabii…
Bunların ötesinde bir iktidar bloğu, gücü arttıkça daha çok çıkarcı, kralcılarla dolup taşar ve nihayet onlar tarafından belirlenmeye başlar.
Tam da bu nedenle, mevcut tabloda artık en sahici figürün Erdoğan olduğunu düşünüyorum. Çünkü hiç olmazsa, herkes ona eklemlenmek ve iktidara bir nebze daha yaklaşmak için yapmadığını bırakmazken onun böyle bir ihtiyacı yok. Ama onun da, bir bakıma köle-efendi diyalektiğini de çağrıştırabilecek bir kölelerine bağımlılığı, itaati altına aldıklarını çoğaltma, daha da bende kılma ihtiyacı var.
Blok içi çeşitlilik
İşini yürütmek için iktidarın yakınında olma gayreti içinde olanları, bu daire içinde iktidarının alanını genişletenleri filan bir yana bırakıyorum. Bu iktidar bloğunu, bir büyük hesaplaşmanın tarafı olarak savunanlara bakıyorum…
İçlerinde samimiyetinden kuşku duymadığım, bu iktidarı gerçekten bir tarihi hesaplaşmanın aktörü sanan da var, hiç inanmadığı, son derece yabancısı olduğu bir dünya ve dilin içinden konuşmaya çalışan da.
Arada olanlar da yok değil. Yani bir yandan iktidara yakınlığın kazandırdıklarına ram olup, kendine karşı bile bunu itiraf edemediği için kendini ‘büyük bir tarihsel hesaplaşma mücadelesinin neferi’ olarak görmeye/göstermeye döken de var, aslında çok eleştirdiği ‘Beyaz Türk dünyası’nı gözünde çok büyütüp hevesleri kursağında yaşadığı için öfkesini ‘tarihsel hesaplaşma’ diye pazarlamaya girişen de!
Vebali ağır bir iş
Yadırganacak bir şey yok, böylesi dönemler böylesi marazları besler. Üzülecek, sıkılacak ise çok şey var.
Dahası, samimi bir şekilde tarihsel bir hesaplaşma, bir büyük tasavvur peşinde mücadele ettiğini düşünenler de aslında masum değil.
Geçmişe ve geleceğe dair halisünasyonu hayal sanıp peşinden gitmek, insanın kendinden ziyade başkalarına zarar veren vebali ağır bir iştir.
Ayrıca, eşitlik hayali kurmak başka, üstünlük hayali kurmak başka, özgürlük hayali kurmak başka tahakküm hayali kurmak başka, adalet hayali kurmak başka güç hayali kurmak başkadır.