MURAT SEVİNÇ
Yüzlerce yıllık devlet yönetme geleneği ve müthiş bir hukuk birikimi olan bu topraklarda sultanın yetkileri ilk kez bir belge (Sened-i İttifak) ile sınırlanalı 206 yıl geçmiş; 19’uncu yüzyılın daha ilk yarısında Batılı bir bürokrasi, TBMM’nin nüvesi olan bir parlamento ile askeri ve idari danışma organları oluşturulmuş; Batılı tipte aydın yetiştirecek okullar (Tıbbiye, Harbiye, Mülkiye…) açılalı, ilk resmi gazete çıkalı neredeyse 200 yıl olmuş; Müslümanlar ile Gayri Müslimlere eşit uyruk hakları tanımış olan anayasal belgenin (Tanzimat) kabul edilişinin üzerinden 175 yıl; ilk Batılı ceza ile arazi kanunnamelerinin ve son derece sağlam bir hukuk mantığıyla hazırlanan İslam temelli medeni kanunun (Mecelle) uygulanmaya başlamasının, modern anlamda ilk yerel yönetimlerin kurulmasının ve ayrıca ilk muhalif örgütlenmelerin, yayın organlarının ortaya çıkışının, Yargıtay ve Danıştay’ın atalarının kuruluşunun üzerinden bir buçuk asırdan çok geçmiş; Ruslar henüz çarlık idaresi altında mutlak monarşi ile yönetilirken ilk anayasamız Kanun-u Esasi kabul edilerek 1876’da ‘meşruti’ yönetime geçilmiş; bu ilk Meşrutiyet deneyiminde meclis üyeleri, II. Abdülhamit’in toplanmasına ‘izin verdiği’ kısa süre içinde dahi güçlü bir muhalefet örneği sergilemiş; kendi içinde hayli canlı tartışmalar yaşayan İT (İttihat ve Terakki)’nin güçlendiği yıllarda ve özellikle 1905 Rus-Japon Savaşı ardından canlanan meşrutiyet talepleri 1908’de sonuç vererek II. Meşrutiyet ilan edilmiş; Kanun-u Esasi’de 1909 yılında yani tam 105 yıl önce yapılan kapsamlı değişikliklerle sultanın yetkileri tırpanlanarak parlamento daha ‘gerçek’ bir temsil olanağına kavuşmuş, 105 yıl sonra görmezden gelinecek (bkz. Ahmet Şık olayı) ‘basına sansür yasağı’ getirilmiş ve parlamenter sistemin temel ilkesi (bakanların sorumluluğu) kabul edilmiş; 1913 sonrası ceberrut İT döneminde dahi Batılılaşma/burjuvalaşma eğilimi hız kesmemiş; bu dönemde iyi kötü üç seçim yapılabilmiş; Mondros ile birlikte akıllara durgunluk veren bir ‘kurtuluş’ örgütlenebilmiş; yerel ve ulusal kongreler ile halkın yönetime doğrudan katılımı/müdahalesi süreci yaşanmış; Bülent Tanör’ün ifadesiyle ‘yerel kongre iktidarlarıyla’ pek çok bölgede halk kendi kaderine el koymuş; kısmen bu güçlü katılım ve yerellik bilincinin etkisiyle hazırlanan 1921 Teşkilat-ı Esasiye yani Kurtuluş Savaşı’nın ‘meclis hükümeti’ anayasası, bugün Kürt siyasal hareketinin talebi olan ‘özerk yönetimleri’ daha o günden, 93 yıl önce oluşturmuş; Kurtuluş Savaşı, her anı hukuksallık gözetilip hemen tüm eylem ve işlemler mevzuat konusu haline getirilerek verilmiş; dönemin parlamentoları son derece canlı/katılımcı tartışmalara sahne olmuş; cesur kararlarla çok önemli atılımlar yapılabilmiş; yeni devletin ilk anayasası olan 1924 Teşkilat-ı Esasiye bugün için dahi hayranlık uyandırıcı bir hukuk, yönetim, devlet ve dünya bilgisi ile canlı parlamento tartışmaları sonucunda hazırlanıp kabul edilmiş; 1924 Anayasası ‘ikinci meclis,’ yani Mustafa Kemal’e muhalefetin büyük ölçüde ‘azaltıldığı’ bir grup tarafından biçimlendirilmiş olmasına karşın, devlet başkanını sistem içinde güçlendirmeye yönelik teklifler, büyük bir direnç ve kararlılıkla reddedilmiş; sonraki yıllar ‘devrimler süreci’ olarak adlandırılan yeni bir hukuk sisteminin kabulü aşamalarıyla geçirilmiş; ‘hukuksallık’ her adımda ısrarla gözetilmiş; 1950-1960 arasında yaşananlar yeni hukuksal/siyasal sorunlar yaratınca haliyle çözüm arayışları başlamış ve 27 Mayıs darbesi ardından, kuşkusuz muhtelif sorunlar barındırmakla birlikte tarihimizin ‘en ilerici’ Anayasası kabul edilmiş; bu anayasa döneminde, yine tüm sorunlarına karşın güçlü bir yargı içtihadı oluşturulmuş; işçisi memuru hak talepleriyle alanları doldurmuş; ülke çok sayıda koalisyon deneyimine tanık olmuş; 1961-63 arasındaki iki darbe girişimini, 1971’de ‘mektupla darbe’yi yani ‘muhtıra’yı, şiddet olaylarını, hükümet krizlerini, iktisadi çalkantıları vs. yaşamış ve 1980 faşist darbesini görmüş; darbe Türkiye solunu yok ederken İslamcı muhteremlere neredeyse hiç ilişmemiş ve hatta palazlandırmış; Türkiye’ye tam bir yurttaş/emekçi düşmanı anayasa ile anti demokratik/berbat yasalar toplamı bırakmış; defalarca değiştirilmiş; özellikle sol siyaset mensupları ile Kürtler kendilerini ezmek üzere biçimlendirilmiş bu yapı içinde olağanüstü bir direnç gösterip çok sayıda olumlu adımın sahibi olabilmiş; bürokrasinin iyi eğitimli tabakası devleti çok zor koşullarda ayakta tutmak için özveriyle çalışmış; Türkiye’nin özgürlükçü insanları 12 Eylül ve sonrası tımarhanesi içinde var olabilmek, nefes alabilmek için büyük emek harcamış; daha demokratik bir ülkenin özgürlükçü hukukuna ulaşacak yol, sabırla, bıkıp usanmadan ilmek ilmek dokunmaya çalışılmış vs…
‘Yeni Türkiye’ birikimin üzerinde at oynatıyor
İşte ‘Yeni Türkiye’ zırvasının kahramanları, tarihimizin tüm günah ve sevaplarıyla birlikte, bir iki paragrafta özetlenmesi imkânsız böylesi ‘görkemli’ bir hukuk birikimi ve toplumsal hareketlilik üzerinde at oynatıyor.
Eğitimi, sosyal yaşamı, şehirleri keyfilikle dizayn edecekler; oraya kanal buraya kışla yapacaklar; şu mahkeme kararına uyup buna uymayacaklar; AYM’nin kararı ve HSYK’nin seçimi işlerine gelirse tanıyıp aksi halde tanımayacaklar; yargıda sorun varsa binlerce hakim savcı istihdam edip üste çıkacaklar; gönülleri olursa ifade verecekler; halkın yarısını darbeci ilan edip küfür kıyamet gidecekler; ağızlarından ‘milli irade’yi düşürmeden arsızca barajı savunacaklar; mahkemeleri bürokratları sanatçıları hedef gösterecekler; esnafa polislik, hakimlik öğütleyecekler; anayasayı ve yasaları işlerine geldiğince umursayıp gerektiğinde seçim sonucunu dahi Resmi Gazete’de yayınlatmayacaklar; gerçi pek bir okumuşlukları yok ama fıtratları gereği her konuda bilgiçlik taslayıp ülkeyi ele güne rezil edecekler; yurttaşın birbirine karşı hissettiği ve giderek artan ürkütücü nefretten yararlanacaklar; herkesi dindar yapmayı hedefleyecekler; yaşam biçimleri içinde yalnızca kendilerine benzeyenlere saygı duyacaklar; ‘gerekirse’ karma eğitime son verecekler; el kadar çocuğun başını kapatıp adını ‘özgürlük’ koyacaklar; zorla din dersi verecekler; gerçi anayasa ‘eşit’ demiş ama kadın ile erkeği eşit saymayacaklar; değil mi ki memleket tapulu malları, gönüllerince yönetip el alemin kılığına, içkisine, sigarasına, doğuracağı çocuğun sayısına, gideceği okula karışıp mütemadiyen ıvır zıvır yorum yapacaklar…
Ellerinde kalan en düşünür, ‘sakallı;’ en ekonomist, ‘jöleli
‘Allah selamet versin’ diyeceğim ama diyemiyorum. Nasıl bir birikimin, tarihin üzerinde oturduklarının farkında değiller. Çok ‘ucuz’ görüyorlar bu toprağı anlaşılan. Değil ama, hiç değil. Böylesine palazlanıp gözlerinin önünü görmez hale gelme sürecinde büyük avantajlarından biri, aslında kendilerinden olmayan ve sanırım Şerif Mardin okuduğu için İslamcı kesimi bildiğini sanan bir avuç ‘okumuş’ insandı. Dürüstüyle, üçkâğıtçısıyla. Artık onların önemli bir kısmını da kaybetmiş durumdalar. İki yılda, hepsini ‘endişeli liberal’ haline getirmeyi başardılar. Ellerinde kalan en düşünür, ‘sakallı;’ en ekonomist, ‘jöleli.’ Tarihle giriştikleri rövanşta, malzemeleri bundan ibaret. Tabii bir de, devlet şiddeti.
Kendileri de, soytarıları da er ya da geç öğrenir
Anlaşılan bizimki gibi memleketlerde tarih bu şekilde işliyor. Akıl ve bilimsel düşünce reddedilince, geriye saf ‘deneyim’ kalıyor. Memleket birikiminin zannettikleri kadar ucuz, koskoca ülkenin ise bir kesimin tapulu malı olmadığını ve olmayacağını, ‘eşit yurttaşlığı,’ er ya da geç ancak mutlaka öğrenirler. Kendileri de, soytarıları da.