BAHADIR KAYNAK
@bahadirkaynak
Bu hafta Arap yarımadasından sadece sıcak hava dalgası değil aynı zamanda müjdeli (?) haberler de geldi. Erdoğan’ın seçim sonrası geleneksel KKTC ve Azerbaycan ziyaretlerinden sonra ilk yolculuğunu Körfez ülkelerine yapması geziye verilen önemi gösteriyordu. Ardı ardına gelen ekonomik iş birliği, yeni yatırım fırsatı haberleriyle piyasalar moral buldu. Bundan istifade edip Merkez Bankası politika faizlerini beklentilerin altında artırdı ama biz buraya takılmayalım, Körfez seferinin anlam ve önemine geri dönelim.
Cumhurbaşkanı’nın ivedilikle Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’dan oluşan petrol ve doğalgaz zengini ülkelere yaptığı ziyaretin amacı açık. Her ne kadar iktidara yakın sesler taraflar arasında çok boyutlu iş birliği imkanları olduğunu iddia etse de temel hedefin ekonomik olduğu anlıyoruz. Türkiye acil biçimde yurt dışından kaynak sağlamak zorunda, bunun için de hızla çalabilecekleri kapı Körfez’deki cepleri derin krallıklar ve emirlikler. Bunlardan Katar, Türkiye’nin en yalnızlaştığı dönemde bile ilişkilerini iyi tuttuğu bir emirlik ancak diğer iki ülkeyle ilişkiler çok problemli bir dönemi geride bırakıyor. 15 Temmuz darbe girişiminin de sponsoru olarak gösterilen Körfez ülkeleri uzun süre iktidar medyasının hedefine konmuştu. Ancak sorunlar ondan da önce Mısır’daki darbe ile ayyuka çıkmıştı.
Erdoğan’ın neredeyse kendisini Mısır darbesinin muhatabı gibi konumlandırdığı dönemde Suudi Arabistan ve BAE’nin askeri rejimin finansörlüğüne soyunması tarafları çatışma konumuna getirmişti. 15 Temmuz da benzer bir girişimin Türkiye’de sahneye konması gibi pazarlanmış, taraflar açıkça düşmanca bir tutuma savrulmuştu. Bunun üzerine Suudi başkonsolosluğunda işlenen Kaşıkçı cinayeti de işin tuzu biberi oldu.
Bugün varılan noktada bu gerilimlerin hatırlatılması sinir bozuyor olabilir. Evet, siyaset olmayacak aktörleri yan yana durmaya zorlayabiliyor. Öte yandan hangi koşulların değiştiğini, neden bu çekişmelerin unutulup yeni bir rota çizildiğini anlamak da zorunlu. Her şeyden önce çatışmayı doğuran Türkiye’nin kendi imkanlarının ötesinde hedeflere yönelmesi, ilkeli bir dış politika yürütmek adına gerçeklerle yüzleşmeyi reddetmesiydi. Ankara’nın desteklediği aktörlerin Arap Baharıyla başlayan süreçte aldığı yenilgiler Türkiye’nin bölgeden kopuşuna neden oldu. Belki daha hızlı gerçekleştirilecek bir tamir süreci de dış politikanın içeride popülist söylemlerin malzemesi olması sebebiyle gerçekleşmedi. Erdoğan’ın kendi tabanında yankı bulan efelenmeleri dış dünyayla ilişkilerde bir fayda sağlamadı, belki böyle bir beklenti de yoktu. Sonuçta ‘muhteşem yalnızlık‘ diye kılıfı hazırlanan bir garabetin içinde kendimizi bulduk.
Bugün bu yalnızlığın bir fayda getirmediği açıkça görüldüğünden olsa gerek bu tür hamleler ardı ardına geliyor. Geçtiğimiz ayki NATO zirvesiyle Batıya doğru kısmi de olsa bir rota ayarlaması gelmişken bu defa Körfez ülkeleriyle yakınlaşma aranıyor. Seçimler de geride kaldığına göre bıçkın dış politika söylemlerine ihtiyaç kalmıyor, uluslararası siyasetin gerekliliklerine göre pozisyon alınıyor. NATO zirvesi sonrası Batı dünyasıyla olan ilişkiler meselesi etraflıca tartışıldı, şimdi de Körfezle artan muhabbetimizi açıklamaya sıra geldi.
Aslında Erdoğan’ın bu haftaki gezisinin gerekçesi birçok kişi açısından son derece açık: Türkiye ekonomisi ciddi bir sıkışıklık içerisinde ve dış finansman ihtiyacının karşılanması lazım. Türk tipi ekonomi modeli belki Erdoğan’a seçim kazandırdı ama faiz indirimleri ve KKM isimli saadet zincirinin başlamasıyla beraber kalktığımız Amok koşusu her daim yeni takviye ve doping ihtiyacı getiriyor. Çarkların dönmesini sağlayan Noel Babamız bir süre için Putin’di; doğalgaz ödemelerin ötelenmesiyle bugünlere kadar döviz ihtiyacını karşılayacak kaynak yaratılmıştı. Gerçi daha seçimlerden önce bile Körfez ülkelerinden destek geliyordu ancak sırtımızı tamamen bu yeni dostlarımıza ancak bu dönemde yaslayacak gibi görünüyoruz. Açıkçası yeni Ekonomi Bakanı ve TCMB Başkanı’nın seçimi de bu yönelime işaret etmekteydi.
Türkiye ekonomisi çifte açık dediğimiz hem cari dengede hem de bütçede Cumhuriyet tarihi rekoru gedikler verdiği için bu yardım daha da önem kazanıyor, Erdoğan’ın elini ev sahipleri karşısında zayıflatıyor. Her ne kadar iktidar medyası bu ziyaretleri büyük bir başarı gibi sunsa da dışarıdan bulunacak kaynakla bir sonraki seçime kadar gemiyi yürütmeyi umut eden bir iktidarın ricacı durumunda olduğu, pazarlık gücünün azaldığı tartışılmaz.
Öncelikle deprem harcamalarının getirdiği ağır yükü paylaşmak üzere sukuk ihracı konusunda bir mutabakat gerçekleşiyor. Ardından enerji ve savunma sanayii alanında iş birlikleri gerçekleşeceği bilgisi paylaşılıyor. Kamuoyunda zaman zaman rahatsızlık yarattığı için gayrımenkul projeleri konusu diğerleri kadar ön plana çıkarılmıyor. Belki de en dikenli konulardan Kanal İstanbul da bu pazarlıkların bir parçası haline gelmiş olabilir. Elbette her zaman olduğu gibi kapalı kapılar ardında müzakereler yürütüldüğü için detayları bilemiyoruz. Sadece Erdoğan BOTAŞ’ın satılacağına dair söylentiler ortaya çıktığında bunu kesin dille yalanlıyor: “Biz neyin satılıp neyin satılmayacağını iyi biliriz”. Türkiye’nin elindeki ‘asset’lerden bahis açıyor ama neyin ne kadar pazarlığa tabi tutulduğunu bilemiyoruz. Türk tipi demokrasiden alışık olduğumuz üzere bütün karar yetkisi sorgusuz sualsiz tek elde toplanıyor, o iradenin nasıl tecelli edeceğini de biz faniler bir kenardan izliyoruz. 50 hatta 100 milyarlara ulaşan muazzam büyüklükte fonlar konuşuluyor ancak bunun ne için hangi zaman diliminde geleceği de belirsiz.
İşin ticari kısmı nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın bu hesaplarla ilgili daha vahim bir nokta var. Ekonomik sorunlar halının altına süpürülmeye başlanıldığından beri öngörülebildiği üzere Türkiye mali sıkıntıları üzerinden yönlendirmeye açık hale geldi. ‘Ankara’nın Aşil topuğu‘nun daimî dış kaynak ihtiyacı olduğunu gören muhatapları da bunu kendi çıkarları için kullanmaya yöneliyor. Elbette Türkiye’ye girecek sermayenin finansal bir getiri hedeflemesi normal, işin tabiatında bu var. Ancak işler doğal akışından çıktığından beri kimin parasının ne amaçla geldiği, kapalı kapılar ardında nelerin müzakere edildiği bilinemiyor.
Belki Rahip Brunson krizinde Trump’un mesajıyla beraber yaşanan finansal çalkantı böyle bir yola girilmesine, portföy yatırımlarını uzaklaştıracak deneysel bir politikaya savrulunmasına sebep oldu. Bilemiyorum. Durum buysa bile mevcut kırılganlık birkaç sene öncesinin kat be kat üzerinde. Belki IMF’ye gidilip onların dayattığı koşullara maruz kalınmıyor ama bu kez de kapsamını bilemediğimiz pazarlıklar, tavizler karşılığında günden güne idare edecek sermaye akışı sağlanmaya çalışılıyor. Taşıma suyla genel seçim çıkarıldı, şimdi yerel seçime kadar Amok koşucusuna takviye aranıyor.
Bu kritik üzerinden ayrımcılık yaptığımı Batı sermayesine kollarımı açtığımı ama Körfez sermayesi gelince eleştirel yaklaştığımı söyleyeceklere de baştan cevabımı vereyim. Mesele elbette paranın kaynağı değil. Şeffaf biçimde, ekonomik gerekçelerle gelecek, Türkiye’nin üretim potansiyeline olumlu katkı yapacak bir kaynağa kimsenin itirazı olamaz. Sorun, dara düşmüş bir ülkenin ne olursa olsun para arayışına çıkması, bunun için de detaylarını bilmediğimiz bazı tavizlere açık hale gelmesi. Bu kırılganlıkların bugün Körfez ülkeleri karşısında, yarın başka muhataplar karşısında zaaf olarak algılanacağı muhakkak.