
MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
mustdagistanli@tutanota.com
@MAlpDagistanli
HDP’nin bayram mesajı: Yaşamı bayram tadında inşa etmeye gücümüz var.
Bir gazete başlığı: MHP’den şölen tadında bayramlaşma.
Bir siyasetçi sızlanışı: Milyonlara şeker tadında bayram hayal oldu.
Bir diyetisyen tavsiyesi: Şeker tadında bayram için beslenme tüyoları.
Bir tv kanalı duyurusu: Şiir tadında Ramazan sohbeti.
Sanmayınız ki bayramdaaan bayrama kullanılıyor bu ‘tadında’ klişesi, işte zamana yayılmış birkaç örnek:
Karnaval tadında klip, şeker tadında indirimler, belgesel tadında görüntüler, masal tadında hafta sonu, sonbahar tadında makarna, gelinin halası tadında, Çernobil tadında çevre felaketi…
Twitter’ı kolaçan ettik, acaba ne cevherler var diye. Ivır zıvır ‘tadında’ların yanında büyük bir mesaj kütlesi şöyle:
Sevgili tadında güzel vakitler geçirmek istermisiniz?
Eve otele geliyorum … sevgili tadında … ücret elden.
Bir aşkta ‘sevgili tadında ücretli’ ilişki nasıl olamazsa, iyi bir yazıda da klişe olamaz. Klişe, tam da bu ‘tadında’ klişesinin kullanımlarında gördüğümüz şeydir: orijinal değildir, gerçek değildir, güzel değildir, anlamlı değildir, bunları taklit eden bir şey bile değildir, anlamı öldürüp yerine geçen şeydir.
‘Tadında’ sayısız klişeden sadece biri. Yaygın kullanılan birkaçını sıralayalım:
Gözler önüne serdi, demem o ki, günün sonunda (bir olayın, gelişmenin sonucuyla ilgili laf ederken), hayatı olumsuz etkiledi, beyaz örtü ve beyaza büründü (kar için), imtina etmek, kesin bilgi (kendince çok önemsediği bir şey yazdıktan sonra), halka dokunmak, şuraya bırakayım ve şurada dursun (çok önemsediği bir yazıyı, bilgiyi, belgeyi sosyal medyada paylaşırken), hal böyle olunca ve hal böyleyken, ateş düştüğü yeri yaktı (özellikle çatışmalarda ölen askerler için), işte o anlar, basit goller yedik, önümüzdeki maçlara bakacağız, meşin yuvarlak, iklim (hava olayları ilgili olmayan durumlarda), siyasetin nabzı, masaya yatırmak, ışıklara yürüdü, yıldızlar yoldaşı olsun, iyi ki varsın, yüreğine sağlık…
Klişe, yalama olmuş deyiştir
Klişeler pek çok kişiye açıklayıcı, vurgulayıcı, dikkat çekici görünüyor. Mesela bir kişi ya da bir gelişme, bir adaletsizliği ya da bir kepazeliği mutlaka ‘gözler önüne seriyor’, çünkü basitçe ‘gösterdi’ diye sunarlarsa bu durumu, okur ya da seyirci farkına varamayacak diye kaygılanıyorlar. Böylece, o klişenin işe yarar, açıklayıcı, etkili olduğuna bir kez daha iman ediyorlar. Halbuki, böylelikle kelimeleri yalama ediyoruz, işe yaramıyorlar.
Klişe, yalama olmuş deyiştir. Her kilide sokabilirsiniz, ama hiçbirini açamazsınız, anahtar ya da maymuncuk değildir çünkü, zaten yazıda anahtar kelimeler vardır, maymuncuk yoktur. Bir şeyi vurgulamak mı istiyorsunuz, kelimelerinizi özenle seçin, cümlelerinizi ona göre kurun, metni ona göre
kurgulayın, her duruma uyan kalıplara, kelimelere, şablonlara abanmayın.
Özellikle haber metinleri, röportajlar, birçok köşe yazısı bir tür alışkanlıkla ‘ezbere’ yazıldığı için çeşitli kalıplar oluşmuş, bu kalıplara ihtiyaç duyuluyor, bu kalıplarla daha çabuk, daha kolay yazılıyor. Gelgelelim, yazanlar da hep aynı kalıplarla sıkıcı bir şey ürettiklerinin içten içe farkında. Yeni bir deyiş çıktığında bir yaratıcılık fırsatı onlar için de doğmuş oluyor, dadanıyorlar bu deyişe. Bir süre sonra bu deyiş de eskiyor, bir yenisi fırlıyor… Bu yöntemle hiçbir zaman taze bir dille yazılamaz, hep pörsümüş sözler, cümleler görürüz.
George Orwell, daha önce de başvurduğumuz, klasikleşmiş ‘Politika ve İngiliz Dili‘ makalesinde şöyle diyor:
“Yeni icat edilen bir metafor, görsel bir imgeyi çağrıştırarak düşünceyi destekler, beri yandan teknik olarak ‘ölü’ bir metafor [Türkçeden örnek verelim: ödü kopmak] aslında sıradan bir kelime haline gelmiştir ve genellikle canlılığını kaybetmeden kullanılabilir.”
Bu iki sınıf arasında da yıpranmış metaforların oluşturduğu devasa bir çöplük olduğunu söylüyor Orwell. İşte bu çöplüğün ürünleri, klişeler, düşünmenin yerine geçer, böylelikle bir yazma kolaylığı sağlar, ama anlam belirsizleşir. Oysa ‘bir metaforun amacı görsel bir imgeyi canlandırmak‘, bu yolla anlamı desteklemektir.
İlk düstur
Orwell’in iyi yazı için önerdiği altı düsturun ilki şu:
“Basılı görmeye alışık olduğun bir metaforu, benzetmeyi ya da başka bir deyişi asla kullanma.”
Net, kolay uygulanabilir bir ilke. Basılı görmeye alıştıysan zaten bayatlamış demektir, ilk kez görüyorsan bile kullanma, çünkü mucidi belli bir durum için üretmiş/yaratmış onu, senin değil, sen kullanmaya başladığın anda klişe durumuna düşecek. Klişeler, bir bakıma, çalıntı deyişlerdir, asıl sahibi unutulup gitmiş, elalemin malı olmuş sözler.
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şairler için dediği, yazan herkes için geçerli:
“Dilinizi bir arı gibi kendiniz yapın, diyorum. Hiçbir kavanoz, isterse dünyanın en uzak gezegenlerinden gelsin, sizin balınız kadar bereketli olamaz. Onu harf harf, ses ses işleyin.”
Klişe, tuzaktır, kendi dilinizi yaratmaktan caydırır sizi. Peki ne yapmalı? Roy Peter Clark’ın Writing Tools‘ta söylediği gibi, has yazar, böyle yıpranmış bir deyişin tuzağına düştüğünde yazmayı bırakmalı, zihnini temizlemeli, sonra da o bayat deyişi bir kağıda not edip karşısına eş anlama gelecek sözleri yazmalı. Kendi deyişini kendi bulmalı yani. Zaman baskısı altında bunu yapamayacak durumdaysa da söyleyeceği şeyi dümdüz söylemeli.
Zaman baskısı da olmadan döktürülen, ne demek istediği belli olmayan şöyle deyişlerden mutlaka kaçınmalı:
Onlar Anadolu’nun dört bir yanına dağılmış 21 Köy Enstitüsü’nde toprak çanaklarda güneşi yudumluyor, çeliğe su veriyordu…
Şimdi biraz uzun bir alıntı; en büyük yazı ustalarımızdan Ahmet Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi‘nden. Dağlarca’nın dediği, arının kendi balını yapması gibi yapılmış bir dilin, sadece bu yazı için yaratılmış imgelerin nasıl güçlü, nasıl taze bir anlatı kurduğunu göreceksiniz, hergün okuduğunuz şeylerin çoğunun nasıl çöp olduğunu da:
Yağmurlu caddelerde gözümün gördükleri, tabii olarak kafamda “fikir” oluyordu. Fakat konuşacak bir kimse bulamayan bu fikirler, mahpus arılar gibi kafatasımın dört duvarına kendilerini vurmaya başlayınca, varlığımın alçaldığını, bir kaptan gizlice akan su gibi insanlığımın yavaş yavaş azaldığını ve hasıl olan bu boşluğa bir nevi hayvan zekasının karanlıkları dolmağa başladığını duyuyordum.
Düşünürdüm:
“Ya şimdi yere düşsem, elim ayağım kırılsa, üstümden bir otomobil geçse, ben ne yaparım? Halk beni saracak, ismimi, memleketimi, yerimi soracaklar, ben ise asfalt üzerinde kaymış bir araba beygiri gibi, etrafımdakilere sessiz bakmaktan başka ne yapabilirim?”
O zaman, dünyanın güzel bahçelerinden biri olan Frankfurt Hayvanat Bahçesi’ne koşardım ve bu gurbet diyarında yağmurlu havada, demir kafeslerin arkasında, yaşlı gözlerle kendilerini seyre gelenlere dalgın dalgın bakan dilsiz hayvanlara bir kardeş acısıyla bakardım
DİLE GELENLER
Katkılarınız için: mustdagistanli@tutanota.com
Beceriksizliklerinin farkındalar
Ele aldığın bu ifade bozuklukları sistematik bir hal almış vaziyette. Bendeniz naçizane şunu düşündüm: Sanki gittikçe insanların dil kullanımı veya daha doğrusu ifade becerileri (bu berbat eğitim, bu berbat medya ve popüler kültür yüzünden) gittikçe kısırlaşıyor, daralıyor vs. Bunun sonucunda da insanlar kısırlaşmış bu ifade becerilerinin ayırdında olup, yazılarını sanki bir matah anlatım ve ifade icra ediyorlarmış gibi sunabilmek için bu türden ucubeliklere baş vuruyorlar. Ne dersin bu akıl yürütmeye? Meyda Yeğenoğlu
MAD: Arkadaşımız Meyda Yeğenoğlu’nun saptamasına katılıyoruz. Bugün ele aldığımız klişe sorununu anlamak için de kullanılabilecek bir sav. Sizin de açıklamalarınızı bekleriz.
Şiddete karşı
Ne kadar haklıyım bilemiyorum ama benim çok yanlış bulduğum bir ifade var. ‘Şiddetle tavsiye etmek.’ Hem yazarken hem konuşurken aynı hata yapılıyor. Bir film ya da bir kitap önerisi yapacak biri “Şiddetle tavsiye ediyorum” diyor. Bu ifade tavsiyeden öte, kesinlikle ya da illaki olmalı anlamına gelmez mi? Çünkü şiddet, bildiğim kadarıyla, fiziksel bir güç içeriyor. Ben “Israrla öneriyorum” demeyi tercih ederim. Ayrıca tavsiye biraz da öğüt vermeye kaçar gibi. Kamil Aksoylu