Dr. FEYZA BAYRAKTAR
@FeyzaBayraktar_
info@feyzabayraktar.com
Pandemi üzeri hayat pahalılığıyla mücadele ederken depremle yoğun acı hissettik. Sonrasında iliklerimize kadar ihmal ve istismara maruz kaldık.
Her gün, “Acaba bugün nasıl bir umutsuzluk içine düşeceğiz” diye düşünürken, bir yandan da büyük İstanbul depremi hazırlıklarına giriştik. Yüreğimiz ağzımızda deprem anında kullanabileceğimiz tüm uygulamaları cep telefonumuza indirerek o an geldiğinde başvuracağımız aksiyon planını düşünmeye başladık. Acı, keder, üzüntü, şaşkınlık, öfke, umutsuzluk, çaresizlik duyguları arasında gidip gelirken “Bu düzen değişmeli artık!” diye yükselmeye başladı sesimiz.
Birinden iyileşmeden diğeri tokat gibi yüzümüze çarpıyor
Tekrar birlik olma umudundan güç almaya çalışırken cuma günü gündemi değiştiren siyasi gelişmelerle dört bir yanımız kuşatılmış ve -en azından birçoğumuz- aynı kaderi yaşamaya mahkûm edilmişiz gibi hissetmeye başladık. İçimizde beliren o ufacık umudun, birileri tarafından hiçe sayıldığı duygusuna kapıldık.
Öfke nesnelerimiz gündemle birlikte yine değişti. Olup bitenler karşısında her an değişen duygu durumumuz bizi o kadar yordu ki birçoğumuz sürekli yorgun hissediyor ve uyumak istiyoruz. Deyim yerindeyse hayat enerjimiz emildi. Canımız bir şey yapmak istemez oldu. Yani kabaca ambale olduk.
En temel ihtiyaçlarımızdan birisi güvende hissetmektir. Aradığımız güveni bulamıyor ve her gün yeni bir gündemle tekrar travmatize oluyoruz. Birinden iyileşemeden bir diğeri tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Canımız acıyor ama tokatlar o kadar seri ve sert bir şekilde geliyor ki acıya duyarsızlaşmaya başlıyoruz.
Kendini sabote etmek
Tarihte kırılma noktaları vardır. O anlardan birisinde olduğumuzu düşünürken birileri çıkıyor ve kırılacak o noktayı bantlayıp aynı düzende devam etmesi için süreci zorluyor gibi davranıyor. Hepimiz farklı alanlarda ama nihai olarak aynı sonuca ulaşmak için hep bir ağızdan, “Sesimi duyan var mı?” diye bağırıyoruz. Biri çıksın ve sesimizi duysun istiyoruz. Bozacı ile şıracı arasında bir seçim yapmaya zorlanıyor gibi hissediyoruz.
Ben siyaset bilimci değilim, bu yüzden siyasetle ilgili bir yorum yapmam doğru olmaz. Öte yandan bu kadar zamandır bir aday çıkartmayan, bu işi son ana bırakan muhalefeti psikolojik açıdan değerlendirecek olursak bu tutumu ‘kendini sabote etme’ olarak nitelendirebiliriz. Arkasındaki siyasi stratejileri bilemem ama psikolojik açıdan bir insan hayati bir işi yapmayı sürekli erteliyor ve bu işi yapmayı son ana bırakıyorsa bu bir tür kendini sabote etme davranışıdır. Kendini sabote etmenin altında birçok farklı psikolojik sebep olabilir.
Diğer taraftan, altı kişinin birden aynı anda bu sabotaja dahil olması -eğer paylaşılmış hezeyan değilse- nasıl açıklanabilir bilmiyorum. Yalnız, ucu millete de dokunacağı için bu davranışın altında psikolojik bir sebep değil, olumlu yöne evrilecek siyasi bir akıl yattığını düşünmek istiyorum. Yine de kimsenin insanımızı -özellikle de bu zor süreçte- yeniden daha da üzmeye ve öfkelendirmeye hakkı yok.
Sessiz kalmanın bedelini ağır ödedik
Bizler korkmanın, sessiz kalmanın bedelini çok ağır biçimde ödedik. Kendimize dürüst olalım; olanlardan bizler de sorumluyuz. Ses çıkartmak demek, kaos yaratmak demek değildir; kendimizi yeniden öğrenilmiş çaresizliğe teslim edemeyiz!
Her seçim sonrası, “Şu kadar vatandaşımız oy kullanmış. Ne kadar demokratik bir ülkeyiz. Bugün en gelişmiş ülkelerde bile bu kadar oy kullanılmıyor” deniyor. Yalnız, oy kullanma motivasyonunun ardında ‘kaygılı hissetme‘ olabileceği olasılığını da gözden kaçırmayalım. Her seçim dönemi birçoğumuzun kaygısı arttığı için oy kullanırken obsesif tutum ve davranışlar sergiliyoruz. Oy vermek için kabine giren, çıkmak bilmiyor. Damgayı doğru yere taşırmadan basmak, mürekkebi etrafa bulaştırmamaya çalışmak, dışa doğru katlamak gibi farklı el işi becerilerini sergilemek zorunda kaldığımız o gün ‘Umarım oyum geçersiz olmaz‘ endişesiyle evde seçim sonuçlarını beklerken son buluyor. Bir kısmımız da oy pusulalarını güvenli bir şekilde yerine ulaştırmak için -deyim yerindeyse- ‘Görevimiz Tehlike‘ filminden sahneler çekiyormuş gibi bir mücadele içine giriyoruz.
Gelişmiş ülkelerde birçok insan oy kullanmaya gitmez, çünkü oy kullansa da kullanmasa da var olan sistem onun lehine çalışacaktır, vatandaş da bunu biliyordur. Tabii ki bu çabamız sadece kaygı ve korkuyla açıklanamaz; bugün yurt dışında yaşayan birçok Tük vatandaşı da oy kullanıyor. Bizler duygusal olarak vatanına sahip çıkan bireyleriz. En temel değerlerimizden birisi de vatan sevgisi. Yalnız, kaotik gündemle değişen duygu durumumuzla ani tepkiler vermek yerine, daha akılcı, objektif davranıp aksiyon planımızı değiştirmemiz yerinde olur. Görünen o ki daha güvenilir bir sistem kurmak için kaderdeki kırılma noktasını bantlayıp da önümüze koyanlardan çok birbirimize güvenmek ve birbirimizi kollamak zorundayız.
Hepimizin önyargıları var!
Ben yüksek lisansımı New York Üniversitesi’nde yaptım. Aldığım derslerden biri kültürel psikolojiydi. Hayatımda aldığım en yararlı derslerden birisi olduğunu söyleyebilirim; zira bu ders bir terapist olarak yetişirken kendi önyargılarımı sorgulamamı ve törpülememi öğretti bana. Derste yapılan psikolojik testler sonucu anladım ki ne kadar açık görüşlü olursak olalım, hepimizin önyargıları var. Ve bu önyargılarımız ayrımcı bir tutum sergilememize sebep olabiliyor. Bu ayrımcılık bazen pozitif, bazen negatif yönde şekil alabiliyor. Bir insanı cinsiyeti, etnik kökeni, doğduğu şehir, dış görünüşü, ekonomik durumu gibi birçok farklı özelliği üzerinden -farkında olmadan da olsa- önyargılarımızla değerlendirip güvenilir olmayan bir sonuca varabiliyoruz. Bu sonuç doğrultusunda da o insana karşı davranışlarımızı belirliyoruz. Pozitif ayrımcılık o insana ederinden fazla güç atfetmeye ve dolayısıyla hayal kırıklığı yaşamamıza, negatif ayrımcılık ise ona hak etmediği şekilde davranmamıza sebep olabiliyor. Önyargılarımızın kökeni, ailemizden, toplumdan, kişisel deneyimlerimizden öğrendiklerimize dayanıyor. Bir kişinin bir davranışı üzerinden, o kişinin ait olduğu bir grubu etiketliyoruz ki bugün olduğumuz noktada önyargılarımız da önemli rol oynuyor.
Ülkeyi hep birlikte içinde bulunduğu durumdan kurtarmak istiyorsak ilk önce hepimizin önyargıları olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. İçimize işleyen önyargılarımız üzerinden gruplaştırılıyor ve ayrıştırılıyoruz.
Bugünden yarına bunu değiştiremeyiz ama şu an için bu problemin varlığını kabul etmemiz, olaylara daha akılcı bakmamıza destek olur. En azından bazı durumları ve kişileri objektif değerlendiremediğimizin farkında olursak dürtüsel tepkiler vermemeyi öğrenebiliriz.
Ne yapmalıyız?
Cuma günü değişen siyasi gündemle birlikte gördüm ki sosyal medya trolleri yine önyargıları hedef alıp birçoğumuzu ağlarına düşürüyor. Önyargılarımız üzerine düşünür, farkındalık kazanırsak o ağlara takılıp uzun vadede ihtiyacımız olan enerjiyi boşa tüketmeyiz.
Filler tepişir, çimenler ezilir. Ezilmemek için bir anlık öfkeyle kalkıp birbirimizle didişmek yerine, bir adım geri atıp olabildiğince umutsuzluğa kapılmadan ne olacağını görmeye ve tepkilerimizi ona göre akılcı bir şekilde vermeye çalışmalıyız.
Ülkemizde farklı bakış açılarına sahip birçok insan var. Farklı bakış açıları kadar farklı önyargılar da var. Ve bazı insanların önyargıları o kadar sert ki birlik olmakta zorlanıyorlar. Onlara bağırarak bir şeyleri anlatmaya çalışmak, bizi içinde bulunduğumuz düzeni devam ettirme tuzağına düşürmekten başka işe yaramaz.
İlk önce kendi önyargılarımızın farkına varmalı, sonra da önyargılarıyla yaşayan insanlara saldırmadan -onlar bize saldırsa bile- akılcı bir tutumla aksiyona geçmeliyiz.
Biliyorum şu an daha üzgün, belki daha öfkeliyiz ama kimsenin umutlarımızı oyuncak hamuru haline getirmesine razı olamayız. Hele ki böyle bir süreçte birilerinin gündemi değiştirmesine ve depremzede insanımız bizden destek beklerken bizi birbirimizle didişmeye yöneltmesine asla izin veremeyiz. Bu, hepimizin boynumuzun borcu.