BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Bir konunun sıkıcılığını, umutsuzluğunu anlatmak için “0-0 biten Lecce-Cagliari maçı” gibi esprili bir benzetme yapılıyor bir süredir. Kıbrıs görüşmeleri herhalde siyasi düzlemde bu benzetmeyi en çok hak eden süreçlerin başında geliyor. Gerçi Cenevre’de görüşmeler başlamadan önce eğer bir sonuç alınamazsa Birleşik Krallık’ın KKTC’yi tanıyacağına dair bazı haberler çıkmıştı ama pek kimse bunları ciddiye almadı. Adadaki garantör devletlerden İngiltere’nin, hele Kıbrıs’ta iki askeri üs bulundurmak suretiyle son derece avantajlı bir konumdayken neden böyle bir şeye kalkışabileceğini kimse anlamamıştı. “Bir millet, iki devlet” diyerek son zamanlarda ekstra bir muhabbet gösterdiğimiz Azerbaycan bile böyle bir adım atmamışken İngilizlerin şimdi durup dururken bir çılgınlık yapmayacağı belliydi.
Ersin Tatar’ın KKTC’de cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmasından sonra Türkiye ile koordineli bir biçimde, artık çözümün federasyon zemininde değil de adada iki egemen devletin varlığının tanınması üzerinden bir strateji geliştireceği anlaşılıyor. 2017 yılında Crans Montana’da Güney Kıbrıs’ın anlaşmaya niyetinin olmadığının anlaşılmasından sonra Türkiye’nin de dümeni öbür yöne kırdığı görülüyor.
Bir yandan Ankara’nın ve KKTC’nin pozisyonunun diplomatik açıdan çözümsüzlük getireceği açık, diğer yanıyla da zaten süreç çok umut vadetmiyordu. Kuzey Kıbrıs’ta çözüme çok daha açık Mustafa Akıncı liderliği varken de bir yere varılamamıştı. Zira Rum tarafının Kıbrıslı Türklerle eşit ortaklık içeren bir çözümü kabul etmekte güçlük çektiği anlaşılıyor. Onların bakış açısına göre böyle bir çözüm Türk tarafına tüm kararlar üzerinde veto hakkı vererek adayı yönetilemeyecek hale getirecek. Güney Kıbrıs’ın görüş açısını benimsemek ise Türk tarafını çoğunluktaki Rumların insafına terk edecek bir tabiiyet ilişkisi yaratacak.
Ancak zaten adadaki soruna sadece Türkler ile Rumlar arasındaki ilişkiler üzerinden bakmak çok yeteriz bir perspektif sunuyor. Her ne kadar Kıbrıs’a ilişkin meselenin sadece adadakileri ilgilendirdiği gibi romantik bir bakış açısı bazılarına uygun gelse de bir de uluslararası siyasetin gerçekleri var. Kıbrıs, Pasifik Okyanusu’nun ücra bir köşesinde unutulmuş bir ada devleti değil. Doğu Akdeniz gibi dünyanın jeopolitik önemi en yüksek, tepeden tırnağa silahlanmış bir bölgesinde, belki de en çok stratejik öneme sahip bir toprak parçası. Bölgesel düzeyde Türkiye’nin ve Yunanistan’ın, küresel ölçekte de İngiltere, ABD, AB ve hatta Rusya gibi oyuncuların çıkarlarının kesiştiği bir kavşak noktası. Bunun için Kıbrıslılar zaman zaman kendilerini karar süreçlerinden dışlanmış hissettiği bir oyunun parçası olmaya devam ediyor. Bu da böylesine değerli bir arazinin üzerinde oturmanın bedeli olarak görülebilir.
Ada halklarının kendi geleceklerine ilişkin beklentileri büyük ölçüde belli olduğuna göre sorunu daha da karmaşıklaştıran bölgesel ve küresel güçlerin beklentilerini anlamaya çalışırsak, çözümün nerelere takıldığını görebiliriz.
Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran Zürih ve Londra Anlaşmaları sadece Kıbrıslı Türkler ile Rumlar arasında değil aynı zamanda Türkiye ile Yunanistan arasında da Doğu Akdeniz’de kurulan bir dengeye işaret ediyordu. Zaten adaya bağımsızlığını veren İngiltere’yle beraber iki ülkenin garantör ilan edilmesi bu kırılgan yapının kâğıda dökülmesinin bir sonucuydu. Kıbrıslı Rumların o dönemde, bu anlaşmanın kısıtlarından ve hala tam anlamıyla bağımsız bir ülkenin inşa edilmiş olamamasından şikâyet etmesi, kurucu anlaşmayı değiştirmeye çalışması kendi perspektiflerinden anlaşılabilir. Türkiye açısından ise adadaki Türklerin hak kayıpları Türkiye’nin de Doğu Akdeniz’deki etkinliğinde ciddi gerilemeye neden olacağından kabul edilemezdi. 1963’te Ankara’nın yarı yolda kalan müdahalesi 1974’te işte bu yüzden geldi.
Türkiye’deki hâkim söylencede harekatın, başta ABD’nin olmak üzere Batılı müttefiklerimizin muhalefetine rağmen yapıldığı söylenir. Kıbrıs harekâtından sonra uygulanan ambargo da bunun açık bir göstergesidir. Oysa karşı taraf saldırgan Türkiye’ye göz yumulduğu, devrin ABD yönetiminin Yunanistan’a ve Kıbrıslı Rumlara kazık attığı kanaatindedir.
Soğuk Savaş yıllarında Akdeniz’in Castro’su olarak bilinen Makarios’u devirirlerse ABD’nin memnun olacağını ve adanın Sovyet nüfuzuna girmesine engel olan darbeyi destekleyeceğini düşünen Yunan cuntasının yanlış hesabı sonucu Ankara benzersiz bir fırsat yakalamıştır. Türkiye, Yunan ve Rum taraflarının büyük hatasının sayesinde adadaki varlığını yaklaşık yarım yüzyıldır sürdürmektedir.
Birinci harekata yönelik zayıf Batı tepkisinin ikinci harekatla şiddetlenmesi, sadece Yunanistan’daki hükümet değişikliğiyle açıklanamaz. Yunanistan’ı müdahaleden caydıran Washington’un Türk ilerlemesini belirli sınırlarda tutmak için baskıyı artırdığı görülebilir. Böyle bakıldığında adanın fiili paylaşımının ABD’yi rahatsız etmediği açıktır. Adadaki üslerini halen tutan İngiltere’nin de statükodan rahatsız olduğunu düşündürecek bir sebep yok.
Kıbrıs’ta çözüme en çok yaklaşılan 2004 yılındaki Annan Planı referandumlarındaki tutumu, Avrupa Birliği’nin de aslında diğer oyuncular gibi diplomatik bir netice almak heveslisi olmadığını gösterdi. Türkiye’nin, AB üyeliği perspektifiyle mevcut pozisyonundan geri adım atmaya hiç olmadığı kadar hazır olduğu bir dönemde, Rum kesimine “Hayır” demesi için açık çek verildi. Adanın bütün olarak AB’ye girmesi istenseydi çözüm ön şart haline getirilebilirdi. Ancak her koşulda kapıların açılması Rumların siyasi bir çözümden getirilerini neredeyse ortadan kaldırdı. Annan Planı kabul edilseydi Türklerle egemenlik paylaşımına ve bir miktar Türk askerinin de adada kalmasına razı olacak Rumlar, bunun karşılığında ülkelerini tekrar birleştirebilecekti. Doğal olarak fiili durumu koruyarak AB üyesi olmayı tercih ettiler.
Türkiye’nin AB perspektifinin ortadan kalkması, Annan Planı’nda razı olunan maliyetler karşılığında ulaşılacak ödülü de yok etti. Rum tarafınca Annan Planı çerçevesi net biçimde reddedilirken, 2004’ten sonra Türkiye için de artık o zeminde bir çözümün cazibesi ortadan kalktı. Dolayısıyla taraflar birbirinden giderek uzaklaşan yörüngelerde yolculuklarına devam etti.
Kuzey Kıbrıs’ta çözüme yatkın bir hükümet olsa da olmasa da konjonktür, bu sebeple çok iyimser olmaya müsaade etmiyor. Tabii Türkiye’de son zamanlarda giderek daha fazla dillendirilen KKTC’nin kendi yoluna gideceği, federasyon zemininin ortadan kalktığı söylemleri de yersiz. Daha doğu Akdeniz’deki sondajlar konusunda AB ambargosu endişesiyle geri adımlar atılmışken bundan çok daha ciddi bir meseleyi tırmandırmak anlamlı değil.
Herkes için fiili durumun sürmesi en optimal çözüm gibi görünüyor. Tarafları mevcut konforlu pozisyonlarını terk ettirip risk almaya itecek gerekçeler 2004 yılından beri ortaya konamadı. Arada bir nafile müzakerelerde bulunmanın da çok bir maliyeti yok. Sadece konuyu takip edenler 0-0 bitecek bir Serie A maçını banttan seyretmenin bunaltısına kapılıyor.