MURAT SEVİNÇ
Kültür ve kimlik tartışmaları AKP ile başlamadı kuşkusuz, ancak AKP’li yıllarda çoğu tartışma ve genel anlamda siyasetin merkezindeki konulardan biri haline geldi. Bunda siyasal İslamcılığın rejimin yalnızca bazı niteliklerinden çok doğrudan kendisine yönelik hoşnutsuzluğunun, anayasal temel ilkelere müdahaleler içeren uygulamalarının ve özellikle son yıllarda giderek artan özel-kamusal alana müdahalenin payı yadsınamaz. AKP’lilerin sıklıkla özel yaşama herhangi bir müdahalede bulunmadıklarını iddia etmesi ise, belki biraz olup biten her şeyin tam tersini söyleme alışkanlıklarından, ancak büyük ölçüde özel hayat algısından kaynaklanıyor.
Ülkeyi kendisini benimsemeyen herkes için nefes alınamaz hale getiren AKP siyasetinin diğer tüm başlıklarını bir yana bırakalım; yalnızca içkiye yapılan orantısız zam ve kamusal mekanlardaki içki yasakları da özel yaşama müdahaledir. Yaygın ve belli toplumsal kesimler tarafından kullanılan yasal bir içeceğe satın almayı zorlaştıracak ölçüde zam yapmak, sıradan bir fiyat artışı olarak görülemez kuşkusuz. İslamcıların, içkiye ilişkin son derece politik ve tarihsel husumetinin sonucu olan fiyatlandırma siyaseti, bana kalırsa bir yurttaş ‘özgürlüğünün’ kullanılmasının ‘ölçüsüz’ kısıtlanması olarak, anayasal bir sorundur da. Ya da, fiyat artışı ile fiilen yasaklama/kullanılamaz hale getirme arasındaki farkı belirleyen ölçü nedir? Her neyse, yazının konusu bu değil, mesele ‘özel hayata karışmıyoruzculuk’taki iki yüzlü tutumu anlatabilmek.
AKP’li yıllar, ‘her şey her zaman aynıydı’ kolaycılığıyla değerlendirilemez. Cumhuriyet’in dörtte birini kapsayan ve henüz sona ermemiş çok uzun bir süreçten söz ediyoruz. “Hep aynıydı ve aynıydılar,” kulağa ve zihne hoş/kolay gelse de doğru değil. Partiler, kurumlar, siyasetçiler, zaman içinde değişim geçirir, şu ya da bu gerekçeyle koşullara uyar, bazen uyamaz. Siyasetçi ve partilerin ömrü biraz da bu uyum yeteneğiyle ilgili. Hal böyleyken, iktidarların ömür süreleri de aşamalarıyla ele alınır.
Ancak bu gereklilik, partilerin-kurucularının bir ideolojilerinin ya da değişmeyen bir şeyler olduğu gerçeğini görmeye engel değil. Örneğin, DP (Demokrat Parti) burjuvazinin temsilcisiydi ve iktidarı boyunca, temsil ettiği büyük toprak sahipleri ile ticaret burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda davrandı. Bununla birlikte, DP tarihi, 1950-54, 54-57 ve 57 sonrası biçiminde üç alt döneme ayrılarak incelenir ve her birinde başka bir DP vardır, aynı parti olmasına karşın. Bu durum AKP için de geçerli. Avrupa Birlikçi AKP, parlamenter sistemden yana (Özbudun taslağı) AKP, Kürt ve Ermeni sorunlarını çözme yanlısı AKP’den, Cemaat ile hemhal AKP’ye ve sonunda onunla kavga edip liberal destekçilerinin de elini bırakan, giderek sertleşen, bir süreç sonunda anayasayı askıya alan, MHP koalisyonuna muhtaç kalan AKP’ye. Söz konusu dönüşümler ve kopuşlar, AKP’nin ilk günden itibaren Batı kapitalizmi tarafından canhıraş desteklenen ‘ağzı dualı neoliberal’ ideolojiyi benimsemiş bir parti olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Çelişkiler aynı anda bir yerde buluşabilir ve zamanla biri ağır basıp diğerini alt eder.
Bugün size söz etmek istediğim kitap, bu çelişkileri, gelgitleri, insan ve kurumların dönüşümlerinin sınırlarını, çarpmaları muhtemel duvarları, Türkiye’de bazı sorunları çözmenin zorluğunu, siyasette riyakârlık ile samimiyetin izlerini ve aynı zamanda tanımanın, görüp konuşmanın, iletişim kurmanın hayati yönünü iyi anlatan bir çalışma. Birkaç ay önce İletişim’den çıktı, yazarı İrfan Özet ve adı, okuduğunuz yazının başlığı: “İzmir Duvarı: Laik Mahallede İktidar ve Kültür Savaşı.” (2022)
Kitap, Reyhan Ünal Çınar ve Tanıl Bora’nın, “Kulturkampf/Kültür Savaşı ve AKP İktidarı” başlıklı ‘açıklayıcı’ yazısıyla başlıyor. İyi olmuş, çünkü kitaptaki teorik çerçevenin daha iyi anlaşılması için böyle bir yazıya ihtiyaç var. Kulturkampf, Bismarc’la anılan bir kavram. ‘Birliğin’ sağlandığı 1871 yılında başlıyor, devlet ve ahalisini Katolik Kilisesi’nin etki alanından çıkarmayı hedefleyen bu siyaset. Çınar-Bora’nın satırlarıyla: “… kilisenin ve dinin kamusal alandan tasfiyesine ve rıza üretiminde devlet tekelini tesis etmeye dönük bir harekâttı. Devlet işleriyle ilgili kanaat serdetmesi halinde rahiplere hapis cezası kondu. Rahiplerin atanmasında devlet onayı koşulu ve rahip olabilmek için bir üniversite bitirme zorunluluğu getirildi. Eğitimde kilise denetimi kaldırıldı. Kiliseden çıkmak kolaylaştırıldı. Medeni nikah ihdas edildi.” Değişiklikler Protestanları da etkilemiştir kuşkusuz.
Bismarck’ın siyasetinin katılığı seküler-liberallerden de eleştiri almış, Berlin’in Vatikan’la diplomatik ilişki kurmasıyla söz konusu siyaset gevşemiş, 1878’deyse fiilen sona ermiştir. Tabii kilise otoritesi yerine devlet otoritesi koymaya dönük bu siyasetin, tüm aydınlanmacı-modernist görünümüne karşın, sosyalist hareketlerin bastırılmasında devlet, burnu sürtülen kiliseyle birlikte davranmıştır. Kültür savaşı dedilerse, o kadar da değil! İki yazar, kavramın sonraki macerasını anlatıyor ve Kulturkampf devlet-kilise arasındaki mücadelenin dışında da bir işlev görmeyi sürdürmesinin altını çiziyor; oradan, Türkiye’deki modernleşme deneyimi ve kültür savaşı kavramı konusuna geçiyor. Ve sonunda AKP’li yıllara.
AKP’nin 20 yılını, değişimi, filizlendiği koşulları, partinin tarihsel ve güncel referanslarını, 2007-2008 sonrası rövanş siyasetini, dinin (büyük ölçüde DİB eliyle) kamusal etkisinin giderek yükselişini, kendi sermayesini yaratma çabasını, neoliberal siyasetinin sonuçlarını, sosyal devlet hırpalanırken Parti’nin örgütlediği yardım ağlarını (sosyal hizmetlerin taşeron hayırseverliğine havale edilmesi!), doludizgin özelleştirmeleri, büyük ölçüde başarısızlığa mahkum kültürel iktidar mücadelesini, beyaz Türkler sıfatının dinmeyen mağduriyet üretiminde cömertçe kullanılmasını gayet güzel özetleyen Çınar-Bora, yazıyı şu cümleyle bitirmiş: “Enflasyonla mücadele aracı olarak Nassa atıfta bulunulan bir zamanda ‘kültür’ ile kastedilen her ne ise, AKP’nin uğruna mücadele etmek isteyeceği bir ‘şey’ değildir. Erdoğan iktidarının ‘kültürel iktidar’dan anladığı, neticede sadakat ve rıza temin araçlarından başka bir şey değildir.”
Çınar-Bora’nın yazısı ardından, İrfan Özet’in çalışması başlıyor. Özet, derdinin ne olduğunu anlattığı sayfalarda, yine kısa bir AKP özetiyle, İzmir’in kendine özgü yanlarını İzmir tarihinden referanslarla aktarmış. İzmir’in 17. yüzyıldan itibaren farklı inanç ve kültür gruplarını (Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Felemenkler, İngilizler, Fransızlar, Venedikliler gibi) buluşturan kozmopolit yapısı, liman şehri olmasından kaynaklanan renklilik ve zenginliği, Kurtuluş savaşı sonrasında Cumhuriyet’le birlikte girilen daha içe kapanmacı devrin şehre yansıması, kozmopolitliğin güçlü mirasının şehri muhalif bir kimliğe büründürmesi, çok partili yaşamda merkez sağ partilerin tercih edilmesinin gerekçeleri, okuru konunun farklı boyutları üzerinde düşünmeye sevk ediyor. Örneğin: “Merkez sağın esnek tarz-ı siyaseti, modernist İzmirli toplumun laikliğe ve Cumhuriyet’e sadakatleriyle ortak bir alan bulabiliyordu. Bu müşterek dil ise, kent ve merkez sağ hareketler arasındaki uzun soluklu bütünleşmede anahtar niteliğindeydi.”
İrfan Özet’in asıl konusu, 21. yüzyılda AKP-Millî Görüşçü kadrolar ülke genelinde başarıya ulaşınca İzmir’de olup bitenler ve “merkez-sağın kentli ve seküler değerlere açık tabakalarının yoğunlaştığı İzmir’de politik güçlerin CHP siyaseti etrafında” kümelenmesi. Yazara göre ekonomik gerekçelerin rolü, İzmir ekonomisinin 1980 ardından çeşitli nedenlerle daralmış oluşu bu sonucu doğuran etmenlerden ve İzmirliyi “nostaljik ve ulusalcı alanlara çekilmeye” ve sonunda, “kutuplaşmanın sembolik ana üssü” olmaya zorluyor. Özet, İzmir’deki bu değişimi, şehrin uzun tarihini ve dönüşümün nedenlerini sürekli göz önünde bulundurarak, kendi sözcükleriyle; “…kent-iktidar ve kültür savaşı üçgenindeki bağıntıları, aktörler dünyasına eğilerek” anlamaya çalışmış. Eserin en güçlü ve etkileyici yönü de burası, şehirdeki türlü iktidar odakları arasında yaşananları, çok sayıda ve derinlemesine söyleşiyle seriyor önümüze. Farklı partilerin temsilcileri, sivil toplum aktivistleri, şehrin muhtelif sektörlerde tanınmış önde gelen, söz sahibi isimleri, İzmir’in ‘diğerleriyle’, bir başka söyleyişle şu ya da bu gerekçeyle İzmir dışından gelenlerle ilişkisi… hakikaten son derece renkli, şaşırtıcı söyleşiler yapmış Özet.
Sayfaları çevirdikçe, doğrusu pek tanımadığım ve genellikle ulusalcılıkla özdeşleştirilen bir şehre ilişkin bazı önyargılarımın doğru, bazılarının yanlış olduğunu, birtakım konular üzerinde fazlaca düşünmediğimi ve aynı zamanda, özellikle yereldeki siyasetin ne denli zor olup nasıl da hassas dengelere dayandığını fark ettim. Hemen her söyleşiye yansıyan duygunun, İzmirli yaşam tarzı ve ona müdahaleye gösterilen tepki olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Bir tür milliyetçilik, diğerlerinden farklı olduğu imâsı, geçmişe yönelik övgü ve özlem ile günümüz şehrinin eski iddiasını kaybetmiş halinin biraradalığı, o tarzın harcında var.
Çalışmanın merkezinde İzmirlilik ruhu ile AKP’li yıllar geriliminin bulunduğunu bir kez daha hatırlatmalıyım. Yazar, AKP’nin İzmir macerasına, şehirdeki ilk “İslamî cereyanları” anlatmakla başlamış ki son derece yerinde. Milli Görüşçülerin birlikte yaşam deneyimi olan ve Süleyman Karagülle’nin (CHP-MSP koalisyonunun fikir babası sayılır) kurduğu ‘Akevler’ projesi ile, Komünizmle Mücadele Derneği neferi Fetullah Gülen’in karşıtlığı, Karagülle’nin yüksek din kültürünü yansıtan Akevler modelinin bir süre sonra tıkanması ve bu dönemde Gülen’in İzmir’e ‘transferi’, Gülen’in, Karagülle’nin ‘açıklık’ ilkesine hiddetle karşı çıkıp ‘kripto’ yordamını benimsemesi, örneğin hücreler şeklinde şehrin her tarafına dağılmanın yararını savunması ve Akyazılı Vakfı’nı kurup vaazlarıyla geniş kitleleri etkilemesi… yıllar sonrasında Türkiye’de olup bitenlerin daha iyi kavranmasına da yardım eden bir öykü.
Kitap büyük bir emeğin sonucu. İzmir, İzmirli ve AKP nereden nereye geldi, aralarındaki ilişki nasıl kuruldu ve neden hiçbir zaman iktidar partisinin istediği gibi seyretmedi, İzmir AKP’ye AKP’liler İzmir’e nasıl yaklaşıyor, kimlik çatışmalarının niteliği nedir, İzmir’e dışarıdan gelenler ne yaşadı vs. Çokça soru yönelten ve ezberleri sorgulatan, birbirinden renkli, bazen şaşırtıcı söyleşilerin yer aldığı bu kitabı edinmenizi öneririm.
İklim krizi notu: