BEHZAT ŞAHİN
Meyhane yazarlığında bir yılı bitirdim. Bu yazı, ikinci yılın ilk yazısı. O nedenle, benim için özel bir yere götüreceğim sizi. Ama baştan söyleyeyim, ne isim vereceğim ne adres. ‘Kimse bilmesin, duyan gelmesin, biz rahat edelim‘ bencilliğiyle değil, gizli olduğu için.
Yazsam bir türlü yazmasam olmaz. Sizinle aramızda bir hukuk oluştu sonuçta. Gizlilik kuralı benim değil, sahibinin. Gitmekle bu akde imza atmış oldum, sonuna kadar sadık kalmak boynumun borcu. Bu yazıyı da gizlilik kuralına uymak kaydıyla sahibinin izniyle yazıyorum. Dolayısıyla gazeteciliğin 5N1K kuralına sadık kalamayacağım. En nihayetinde artık gazeteci değil, meyhaneciyim.
Sahibini tanıtarak başlayayım en iyisi. Biz ona ‘Z bey‘ diyelim kısaca.
Tanımaktan, müşterisi ve artık arkadaşı olmaktan pek mutlu olduğum insanlardan. 65’inde. Yüzünden tebessüm hiç eksik olmaz. Bir yemek yapar ki, deme gitsin. İlk gizli işi bu değil; 12 Eylül öncesinde faaliyet gösteren Marksist-Leninist Kurtuluş Örgütü militanlarından. 1980 darbesinden sonra 7.5 yıl hapis yatmış bir 12 Eylülzede. Bir sohbetimizde, “Şimdiye kadar hep gizli iş yaptım ama hiç namussuzluk yapmadım” demişti. Hakikaten tanıdığım en namuslu insanlardan biri Z bey.
Peki ben nasıl becerdim dışarıya kilitli olan bu kapıyı açmayı? Camı tıklatıp kapıyı ittirerek. Mecaz değil, tam böyle oldu. Her zaman arkadan kilitlenen kapı, o sırada unutulmuş, kilitlenmemişti. İşte böyle başladı müdavimliğim.
Onu da anlatayım o zaman…
Monika bahsetmişti böyle bir yerin varlığından. Düşünün, Monika, Rus asıllı Amerikalı. Yaklaşık 40 yıldır İstanbul’da yaşıyor. Çok sevdiğim, eski dostlarımdan. Yerini tam kestiremese de bulunduğu semti, çevresindeki bazı belirleyici yapıları duyduğu kadarıyla anlattı. Kendisi gidememiş, çünkü mekâna kadın almıyorlarmış. Birazdan anlatacağım haklı sebeplerini. Hiç öyle maçoluktan, mizojinlikten değil, tamamen teknik nedenlerle. Neyse, biz akışa dönelim.
En az beş defa önünden geçmişimdir. Camların siyah filmle kaplı olması dışında öyle meyhaneye benzetilecek tarafı yok. Hatta kullanılmayan bir yer gibi. Ne bekliyorduysam!
Kapıyı tıklatıp ittirdim. Açıldı. İçeride dört kişilik iki masa, üç de müşteri var. Z bey mutfaktan geldi. Herkesin yüzünde “Nereden çıktı bu?” ifadesi. İnsanları tedirgin ettim, hemen kendimi tanıtmam lâzım. Hikâyemi, kim olduğumu, neden geldiğimi anlattım. Z bey samimiyetime ikna olmuş ki, bütün sevecenliğiyle neden izin veremeyeceğini anlattı. Peki, müşteri olarak gelebilir miyim? “Hay hay.” Sonradan anladım bu olurun kıymetini. Bilmeden, sınırlı sayıda insanın girebildiği, paranın satın alamayacağı bir çevreye dahil olmuşum meğer.
Bir süre sonra Z bey aradı, “Yarın ayak paça yapacağım, pazardan da enginar aldım” diye. Nasıl mutlu oldum, gerçekten onay almışım.
“Bir arkadaşımla gelsem olur mu?”
“Senin arkadaşınsa olur.”
Ne büyük iltifat.
Reha’yla (Özkanoğlu) gittik. Dörtlü masadaki iki kişinin yanına oturttu Z bey. Toplam sekiz müşteriyiz, bizim dışımızdaki herkes eski müdavim. Bilemediniz 10 -12 metrekarelik küçücük bir salon, duvarlarında Küba devriminin önderlerinden Ernesto ‘Che‘ Guevara’nın ikonik fotoğraflarından biri asılı, altında “Hayatta daima gerçekleri savun! Takdir eden olmasa bile, vicdanına hesap vermekten kurtulursun” sözleri yazıyor. Diğer yanda da 6 Mayıs 1972’de darağacında katledilen, üzerinde ‘Bir avuçtular, deniz oldular’ yazılı Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın portreleri asılı. Aynı salonda mezelerin, yemeklerin saklandığı büyükçe bir ev tipi buzdolabı, televizyon, kitaplık da var.
Masa arkadaşlarımızı tanıtmayı unuttum. Sefer ve Resul beyler ülkenin büyük inşaat şirketlerinden birinin ortakları. Sefer bey asıl müdavim. Sonraki gidişlerimde de hep oradaydı. Artık buralarda yaşamasa da yetiştiği mahalleyi bırakmamış. Her gün akşama doğru gelir, iki-üç kadeh rakısını içtikten sonra erkenden kalkıp diğer programlarına gidermiş. Yeri geldikçe “Londra’daki evimde…”, “Miami’deki villamda…”, “Ha, o üniversitenin binası da bizim…” gibi cümleleri buradaki herkesin alışık olduğu muhabbetlerden. Gelen bir telefonu “Papermoon’dayım” diye cevapladı. Buraya o adı takmış. En çok Ahmet beye, lakabıyla Karga Ahmet’e sataşıyor. Çocukluk arkadaşı. Ahmet bey de eski militanlardanmış, gıyabında öğrendim.
Diğer masada Ahmet beyin yanı sıra at yarışı uzmanı Hayri bey var, Mercan’da plastik işinde. Eski albay Mahmut bey, gümrük müşavirliği yapıyor. Evi başka yerde olsa da her gün uğrayanlardan. Politik nedenlerden orduyu bırakmak zorunda kalmış sanırım.
Yaşar ve Selçuk’a yaş farkından isimleriyle hitap etme hakkı tanıdım kendime. Yaşar’ın hobisi balık tutmak. Balıkçı kayığı var. Tuttuğu balıkları da buraya getiriyor.
Şimdi gelelim neşe kaynağı Selçuk’a. Dünyanın önde gelen lojistik firmalarının birinde çalışan bir beyaz yakalı. Kendisini Z beyin basın ve halkla ilişkiler danışmanı ilan etti. Birbirlerine sürekli takılıyorlar. Z bey eksik meze mi verdi, hemen müdahale ediyor, “Karnabahar niye vermedin? Sen mi yiyeceksin hepsini?”, “Ben olmasam dolapta ne var haberin olmayacak…” Z bey ona servisi kesince bizim üzerimizden sipariş verdirip by-pass ediyor onu.
Selçuk oradaki en yakın arkadaşım oldu. Başka bir sefer, Birol (Bayram) ve Murat’la (Kansu) gittik. O gün fava, enginar, taze fasulye, meyhane pilavı, et tava vardı, yine hepsi birbirinden lezzetli. Selçuk onlarla da hemen kaynaştı.
Bir başkasında Cengiz’la (Onural) orada buluştuk. O gün ciğer, beyin, semizotu, kemik arası et vardı. Nefis olduklarını tekrara gerek var mı?
Yalçın’la (Konuk) buluştuğumuzda yaz kendini hissettirmeye başlamıştı. Klima olsa da küçük bir odada yaz sıcağı çekilmiyor. Hep aklımda olsa da epeyi ara verdim. Yaz boyunca Z beyle hâl-hatır telefonları, o kadar.
Kış kendini gösterince gözümde tütmeye başladı bizim hücre evi. Aradım Z beyi, “Pazardan geldim, yarına (cumartesi) birkaç meze ve terbiyeli işkembe yapacağım. Asıl menü pazar günü ama maç var, sen sevmezsin, yarın gel” dedi. Bir misafir hakkımı da kullanabileceğim. Yiğit’le (Özşener) epeydir iki muhabbetin belini kıramamıştık. Tesadüf, o gün o da müsait. Mahmut bey ve Selçuk’la aynı masayı paylaştık. Selçuk içkiye ara vermiş, karaciğer meselesi. Ama bir süre sonra dayanamadı, “Yiğit abiyle de içmeyeceksem kiminle içeceğim” deyip rakıyla bir parantez açtı.
Z bey pek mütevazı. Kendisinden bahsetmeyi sevmez. Ketumluğu politik geçmişinden de kaynaklanıyor muhtemelen. Zaten kimseyi ele vermeden yatıp çıkmış. Bu durumda danışmanı Selçuk’tan öğreniyoruz bazı şeyleri. Z beyin 1990’lı yıllarda bir köfte arabası varmış, “Biz çocuktuk o zaman. Köftesi nefisti” diyor Selçuk. Yaklaşık 15 yıldır da burası var.
Gizli meyhane neredeyse bütün mahallenin bildiği bir sır. Karşıdaki camiye gidenlerin de. Fakat Z bey öyle saygıdeğer ki, kimse ona zarar gelsin istemiyor. Zaten o da çevresine karşı çok özenli. Bu çapta bir dükkân ne kadar kazanabilir ki? Z bey yine de kazancının bir kısmıyla ihtiyaç sahibi öğrencileri okutuyormuş.
Güya gece yarısına kalmayacaktık. Küçücük dükkânda 13-14 kişiydik bir ara. Bizden sonra gelenler de mahallenin eskileri, ben ilk kez karşılaştım. Kimi esnaf, biri avukat. Muhabbet gırla. Deniz Gezmiş de yaşamış burada. Küçük Moskova diye anılmış zamanında. İçince çenem mi düştü? Çok mu tüyo verdim? En iyisi kalkalım.
Bu akşamki hesabımız 2 bin 200 lira. Rakımız 50’lik, üstüne de iki kadeh. Birkaç zeytinyağlı, pırasadan tekrar istedik, karnabahardan da, tabii ki terbiyeli işkembe. Fiyat detayı veremeyeceğim, öyle bir liste yok. Z beyin canının istediği her gün açık.
Unutmadan, demiştik ya kadınların gelmesi istenmiyor diye, gerçekten teknik nedenlerle. Salonun arkasında küçücük bir mutfak ve tuvalet olarak da tek pisuvar var. Kadınlar, tuvalet için çevredeki yerleri kullanmak durumunda. Eh bu da mekânın ifşa olması demek.