BAHADIR KAYNAK
Suriye’ye beklenen harekatın askıda kalması, Ukrayna-Rusya savaşının da kendi rutininde ilerlemesinden istifade edip daha genel bir değerlendirme yapalım. Daha önce 1990’lar ile günümüz arasında paralellikler kurduğum bir yazı yazmıştım. Şimdi bir kez daha Suriye’den kaynaklanan risklerin ve Yunanistan’ın artan askeri gücüne ilişkin endişelerin patlayıcı bileşimini, o zamanların moda bir kavramını kullanarak bugüne uyarlamaya çalışalım.
1990’lı yılların sıcak gündeminde tartışılan konulardan biri ‘iki buçuk savaş’ stratejisiydi. Aynı bugünkü gibi bütün gündemi belirleyen PKK meselesinin bir ucuna eklenen Yunanistan ve Suriye’yle gerilim zemini üzerinde, Türkiye’nin aynı anda iki buçuk savaşı yürütmesi fikrine dayanmaktaydı bu strateji. PKK’nın karakol baskınları ve vur-kaç saldırılarla ağır kayıplar verdirerek tüm kamuoyunu meşgul ettiği bir dönemde Suriye de örgüt liderine ev sahipliği yaparak, lojistik destek sağlayarak bu sorunun önemli bir parçasını oluşturuyordu. Ankara’yı başta su sorunu olmak üzere bir dizi anlaşmazlıkta kendi çizgisine getirebilmek için PKK kartını kullanan Hafız Esad, Ankara’da sabırları zorlamaktaydı. Yunanistan’la klasik Ege gerginliğinin tırmanması ve Kardak’ta savaşın eşiğinden dönülmesi de ikinci cepheyi oluşturmaktaydı.
1990’ların sonunda Türkiye’nin bu cenderenin içinden çıkması sadece bölgesel politikalarla değil, 28 Şubat sonrası hükümetlerin Batı’yla ilişkilerindeki gelişmelerle eş zamanlı okunmalı. Türkiye’nin bir yandan ABD-İsrail çizgisine yakınlaşan politikalarla Birinci Körfez Savaşı sonrası Washington’la açılan makası kapatma yoluna girmesi, Refahyol iktidarının sıradışı dış politikasına son verilmesi ve diğer yandan AB üyeliği hedefine yönelik atılan adımlar bölgedeki fırsatlarla da birleşince yen binyıla farklı bir iklimde girilebildi. 1990’lı yıllarda Rusya’nın uluslararası siyasette zemin kaybı ve Şam yönetiminin yalnızlaşması, Türkiye’nin Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması için baskı yapmasını kolaylaştırdı. Dahası ABD’yle paslaşarak yürütülen bir sürecin sonunda PKK liderinin yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi, bir süreliğine de olsa örgütün saldırılarına ara verilmesini sağladı. Bu süreçte Yunanistan’ın da Türkiye düşmanlığını eline yüzüne bulaştırması, 1990’lardaki tıkanıklığı aşmakta faydalı oldu.
Bugün içinde bulunduğumuz güçlüklere bakıldığında çeyrek yüzyıl öncekilere benzer bir sıkışmayı görebiliyoruz. Ülke içindeki saldırılar seyrelmiş olsa da sınırın ötesinde, Irak ve Suriye’de çatışmalar ve can kayıpları devam ediyor. Suriye 1990’lardaki halinden çok uzakta, zayıflamış ve belki de kalıcı olarak sakatlanmış halde fakat bu zaaf hali belki eski durumdan daha fazla rahatsızlık verebiliyor. Oluşan jeopolitik boşluk, 1990’larda Ankara’yı zorlamak için PKK’yı kullanan Hafız Esad politikalarından daha fazla sorun yaratıyor. Belki İran’ın artan nüfuzuyla başa çıkmanın yolları daha kolay bulunabilir ama sınırın öte tarafında ABD ve Rusya’nın kendi nüfuz alanlarını oluşturması adım atmayı güçleştiriyor. Öyle ki kaçıncı defa Erdoğan’ın ağzından Suriye’nin kuzeyinde tampon bölge oluşturma kararlılığı dile getirilse bile -bu yazı yazılırken- harekete geçilebilmiş değil. Yine de temkinli olup bu kapının kapanmadığını belirtmekte fayda var.
İki buçuk savaş denildiği zaman Türk Silahlı Kuvvetleri’ni en çok zorlaması beklenen rakip ise güneyde değil batıda yer alıyor. Yunanistan, Kıbrıs sorunu alevlendiğinden beri Türkiye’nin en ciddi rakiplerinden birisi olmayı sürdürüyor. Üstüne Ege ve Doğu Akdeniz sorunlarının da eklenmesi iki ülke arasındaki anlaşmazlıkları içinden çıkılmaz hale getirdi. Her sorunun çözülmesi gerekmiyor elbette; nihayetinde buzdolabındaki sorunlar yumağına rağmen 1990’ların gerginliklerinin ardından iki ülke arasında bir yakınlaşma sağlanabilmişti. Oysa bugün yeniden kuşku ortamına dönmüş bulunuyoruz.
Doğu Akdeniz’de yetki alanları tartışması sonrası Türkiye’nin sondaj çalışmaları başlatması bir buçuk sene önce Avrupa Birliği’yle ciddi bir gerilim yaşanmasına sebep olmuştu. Fransa’nın bu sorun sırasında Yunanistan lehine pozisyon alması ve AB’yi peşinden sürüklemesi sonucunda Ankara’nın bir adım geri atması bir süreliğine işleri yatıştırdı. Ancak bu durum Türkiye açısından yapısal bir sorun olmaya devam ediyor. Atina bugün sadece bir parçası olduğu AB’nin ağırlığını yanına almakla kalmıyor, Soğuk Savaş yıllarında Ege’nin iki yakasını titizlikle dengeleyen ABD’nin de desteğini sağlamış gözüküyor. Yunanistan Başbakanı Miçotakis’in ABD Kongresi’nde yaptığı konuşma ve gördüğü ilgi bunun sembolik bir dışavurumuydu.
Keşke sorun semboller düzeyinde kalsaydı… Zira Washington’un Yunanistan’a meylettiğini gösteren daha elle tutulur veriler mevcut. Yunan hava kuvvetleri Fransa’da Rafale uçakları alıp F-16larını modernize ederken Türkiye bir türlü mesafe alamıyor. F-35 projesinden çıkarılmakla kalmadığımız gibi hala F-16 modernizasyonu konusunda da net bir sonuç alamadık. Sorun tam çözülüyor derken bu defa da İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği başvurusuyla ilgili pürüzler bu işi de sürüncemede bırakabilir. Yine de günün sonunda işin tatlıya bağlanacağı inancımı koruyorum. Ayrıca Girit’teki askeri üsse ek olarak birisi burnumuzun dibinde, Dedeağaç’ta olmak üzere üç üssün daha açılıyor olması (önemlileri sayıyorum) Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de dışlayan, bölgedeki önceliğini Yunanistan’a kaydıran bir Amerikan politikasına işaret ediyor.
Amerikan yönetiminin bu tür bir politika tercihi elbette Yunanistan’ın birdenbire artan öneminden kaynaklanmıyor. İktidarın Suriye üzerinden ABD’yle restleşmesi ve alternatifsiz olmadığını göstermek için Rusya’yla yakınlaşma politikası izlemesi Washington’ın da karşı hamlelerini getirdi. Biden yönetiminin bu açıdan kendisinden önceki Trump’tan daha sert ve iletişime kapalı olduğunu söylemek gerekir. Böylelikle ‘Erdoğan’ın önce sıkıştıralım, sonra oturur konuşuruz’ yaklaşımının hiç de umulan sonuçları getirmediğini görüyoruz.
Yunanlılar ise bizim açmazlarımızdan yararlanarak onyıllardır hiç yakalayamadığı bir konjonktürün tadını çıkarıyor, doğan fırsatları değerlendiriyor. Zaten AB üyesi olmalarından kaynaklanan avantajlarının yanına bir de ABD’nin kendilerine açıkça meyleden politikalarını eklediler. Üstüne bir de Doğu Akdeniz’deki diğer aktörlerle anlamsız kavgalarımızdan istifade edip Mısır ve İsrail’le de ciddi kanallar açtılar. Yani sadece askerî açıdan değil politik değişkenler üzerinden bakıldığında da Ege’nin iki yakası arasındaki dengeyi kendi lehlerine çevirmek için ciddi bir çaba içerisindeler.
Yine de bu durumun içinde bulunduğumuz konjonktüre ait olduğunu, Yunanistan’ın sınırlı ekonomik ve demografik kapasitesiyle Türkiye’yi tek başına dengeleyemeyeceğini söyleyebiliriz. Bununla beraber Ege’nin öte yakasındaki komşumuzun Batı’nın güvenlik ağına ve ekonomik altyapısına bütünüyle entegre olduğunu da görmek gerekir. Türkiye’nin ABD ve AB’yle sorunlarının bugün gördüğümüz gibi Yunanistan’la taraf olduğumuz sorunlar üzerinden de maliyetinin çıkmasını bekleyebiliriz.
Ankara 1990’larda içine girdiği sıkışmışlık durumundan çıkmayı bilmişti. Çeyrek yüzyıl sonra elbette farklı bir uluslararası konjonktürdeyiz. Öte yandan düğüm yine sadece bölgesel politikalarda değil, küresel güçlerle ilişkiler üzerinden çözülecek.
AB bir yana ABD’yi daha dengeli bir politika izlemeye ikna etmek bugüne kadar mümkün olmadı. Bu da Suriye’deki krizi bugünden yarına çözmek için elinde imkânı bulunmayan Türkiye’nin, Yunanistan’la gerilimin ağırlığını daha fazla hissetmesine sebep oluyor.
Elbette iki NATO üyesi arasında savaş ihtimali yüksek değil ancak hem askeri dengeler hem de dış politika için sıkışık bir dönem olduğu kesin. Belki de geçmişte olduğu gibi bu düğümü de bugünkü iktidarın değil, önümüzdeki seçimler sonrası iş başına gelecek yeni yönetimin çözmesini beklemek daha gerçekçi olacak.