ARDA EKŞİGİL
Aya Sofya’da, gerçekleşmeyecek bir son dakika mucizesi için son ayin yapılırken, Fatih’in orduları Edirnekapı’dan Doğu Roma’nın içlerine doğru aktığında ellerinden kayıp giden şehre bakan Rum tebaı arasında bir efsane – Mermer İmparator efsanesi – kulaktan kulağa yayılmaya başladı. Son imparator Konstantin Paleologos’un muharebelerde ölmediğine, bulunamayan cesedinin taş olduğuna, ‘gün gelince’ canlanacağına ve Türkleri Doğu’ya püskürtüp şehri geri alacağına dair rivayetler döndü dolaştı, hatta bugüne kadar ulaştı.
Osmanlı’nın Rum milleti yeni hükümdarını hem kabullenmiş hem kabullenememiş, ahir zamanda eski güzel günlerin geri gelmesini sessizce beklemeyi sürdürmüştü.
Değişik zamanlarda yeryüzüne gelip geçmiş sayısız insan onlar gibi bitmesini istediği fakat ne zaman/nasıl biteceğini öngöremediği dönemlerin ‘bir gün’ sona ereceğine tutkuyla inandı veya el mahkum, inanmak zorunda kaldı. Tarih ha geldi ha gelecek, ha indi ha inecek kurtarıcı mehdiler ve mermerden imparatorlar için gökyüzünü yoklayan hüzünlü toplulukların gerçekleşmemiş hayalleri, kabul edilmemiş dualarıyla dolu.
Tayyip Erdoğan’ın ‘Reis’ mertebesine, hepimizin içinde bulunduğu meşhur ‘gemi’nin tartışılmaz kaptanı ilan edilmesine kapıyı aralayan ilk iktidar yıllarını hatırlayalım. Titrek ve çarpık bacaklı medyanın dizlerini tamamen kırmanın, hırçın yargıyı yanındaki boş ve alçak sandalyeye oturtmanın, zaten hasta eğitimi komaya sokmanın henüz ilk ve utangaç adımlarını atıyor. Bu arada muhalefet, kurtarıcı olarak akıl edebildiği yegane güç Türk ordusunu ivedilikle ‘göreve çağırıyor’, (o zamanki) yüce Türk yargısını cübbesinden çekiştirip ‘artık gerekeni yapması’nı bekliyor; Tüm ‘umutlar’ tükenince, yeni Türkiye’nin inşaası tozu dumana kattıkça, dibine batılan – bugün de hala içinden çıkılamayan – çukurdan yumuşak, telkin edici bir ses yankılanıyordu: ‘Türkiye bunu kaldırmaz.’ Hiç şüphesiz, ferahlatıcı bir kalıp. ‘Bu böyle gitmez’, dolayısıyla ‘bu’ bir gün/yakında bitecek. Fakat aynı zamanda bu, bir devir teslimin de itirafı: Benim kişisel mücadelem gerekli/mümkün/anlamlı değil çünkü ‘Türkiye’nin dinamikleri’ zaten beğenmediğimiz bu durumu kendiliğinden ‘kaldırmayacak’ ve sırtından atacak.
Makarayı ileri saralım. Yıllar geçmiş ve Türkiye’nin midesi zannedildiğinden çok fazlasını kaldırmış. ‘Bu kadarı da olmaz’dan ‘Bu memleket her şeyi kaldırır’a doğru dev bir adım atılmış. Ses çıkarmanın yine bir manası ve imkanı kalmamış, çünkü bir bakmışız şimdi de ‘Bu adam bundan sonra ne yapsan gitmez’ olmuş. Belli aralıklarla Salvator Mundi, ya da ‘Gel beni kurtar’ adayları sırayla parlatılıp podyumlara çıkarılmış, alkışlanmış, pohpohlanmış fakat millet bu Erdoğan mukalliti, son dakika mehdilerine yeterli ‘teveccüh’ü göstermemiş.
Sonrası malum: Muhalefetin muhalefeti dövdüğü, birbirini yakasından tutarak beraberce yokuş aşağı yuvarlandığı, parçalanmış bir denizanası gibi dağıldıkça dağıldığı o bilindik, halihazırda ‘devam eden süreç.’
Muhalefetin konforlu iyimserlikten uyuşuk kötümserliğe uzanan bu zihinsel ve duygusal yolculuğunun bir son durağı da yok; tünel alabildiğine karanlık, ama nasıl oluyorsa ucunda mutlaka bir serabın parlak titreşimleri seçiliyor. Herkesin gözü önünde, meydanlarda kurulacak dev ekranlardan izlenecek, keskin kılıcını kuşanacak bir adalet divanının orta yerine cem edilmiş mahçup sanıkların, yıllar içinde yaptıkları haksızlık ve yolsuzlukların tüm ayrıntılarıyla faş edileceği, başları eğilerek bir utanç banyosuna sokulacağı günlerin geleceğine dair derin, neredeyse mutlak bir inanç naif yüreklere yerleşiyor. ‘Bu böyle gitmez’in mahdumu, ‘Bu iş bitti’nin küçük torunu, son manevi dayanak noktası, ‘Gün gelir hesap döner’ sayıklaması…
Hesabın döneceği günü beklemek elde kalan son umut kırıntısı, fakat aynı zamanda bugünkü çaresizliğin de kaynağı. Aydınlığı ufuklarda görülmeyen meçhul bir geleceğe ötelemek, şimdiki kahredici hareketsizliğin sebebi olduğu kadar sonucu da. Diş gıcırdatıp ses çıkarmadan ilahi adaleti beklemek, taş kesmiş kayıp bir imparator cesedinden medet ummakla eşdeğer. Kenan Evren’in yazlığında nü tablolar çizerek hayata gözlerini yumduğu bir ülkede adaletin kendiliğinden sağlanmasını beklemek, Atatürk’ün ruhunun Samsun kıyılarında tekrar görünmesini beklemekten daha büyük hayalperestlik.
Adalet, muhtemelen tecelli etmeyecek. Bugün ‘Reis’in uçağında fotoğraf kuyruğuna girenler, yarın kalkacak uçağa herkesten önce atlayacak; yolsuzluk ve yüzsüzlüğün içinde yüzenler kolay kolay boğulmayacak. Latin şair Horatius onları bekleyen mutlu sonu yüzyıllar evvel öngörmüş: ‘Dava kahkahalarla son bulacak ve sen suçtan arınmış olarak yoluna devam edeceksin’.
Bedbin bir kaderciliğin huzurlu ve rehavet dolu kanatlarına sığınan muhalefet kozmik güçlerin veya karmanın uzak ve muğlak bir gelecekte atacağı adalet tokadını beklerken göz kapakları düşüyor. Oysa ‘her gecenin bir sabahı’ yok, iyilik kötülüğü kolay kolay alt edemiyor, hak da kendiliğinden yerini bulmuyor. Üç-beş atasözünün arkasına sığınıp Godot’yu beklemek, baskı altında kaldığı, zulüm gördüğü veya acı çektiği için hayatın ona bir şekilde/bir gün güleceğini hayal etmek, adı üstünde, hayal etmek.
Pavese’nin dediği gibi, “Çok acı çekmiş olmanın karşılığı, sonradan köpekler gibi ölmektir.” Bu, içinde bulunduğumuz durumu düşünürsek, çok daha gerçekçi bir son.