
BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Mısır’la yeniden yakınlaşma sürecinin içeride siyasi iktidarı zorlamak için kullanılması şaşırtıcı olmamalı. Bu sıkışmayı bizzat Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, Mursi’nin askeri darbeyle devrilmesinden bugüne geçen hadiseleri yönetim biçimi, bizim dışımızda gelişen bir olaydan nemalanma çabası hazırladı.
Arap Baharı’nın ilk yıllarındaki coşkuyla, Mübarek’in devrilmesi ve Müslüman Kardeşler’in iktidarı ele geçirmesi Ankara’da memnuniyetle karşılanmıştı. İktidar, bu gelişmeyi prensip gereği demokratik süreçleri desteklememizle ve Mısır’daki siyasi yönelimin de bu beklentimizi karşılamasıyla açıklıyordu. Tunus’ta başlayan halk hareketlerinin Suriye’ye, hemen sınırımızın öte yakasına uzandığı zamanlardı ve Esad rejiminin de üç, bilemediniz altı ay içerisinde yıkılacağını bekliyorduk.
Sürecin terse dönmesi, Suriye’deki ayaklanmaların kanlı biçimde üzerine gidilmesi sonucu bir iç savaşa evirilmesi ve olayların bölgesel aktörlerin bir güç mücadelesi halini alması, Ankara’nın dengesini bozdu. Mısır’ın seçilmiş cumhurbaşkanı Mursi’nin protestoları takip eden askeri müdahaleyle görevini bırakmak zorunda kalması da tuz biber ekti.
Türkiye’de iktidar, bu darbeyi neredeyse kendisine karşı girişilmiş bir saldırı olarak algıladı ve iç kamuoyuna da böyle aktardı. Mısır’dan devşirilen Rabia işareti bile Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kendi sembolü haline getirilip destekçileri tarafından kullanılmaya başladı. Gerçi darbenin etkisi sönümlenirken işaret millileştirilip ‘Tek Vatan, Tek Bayrak, Tek Devlet, Tek Millet’ söyleminin sembolü haline getirilmişti ama Sisi rejimine nefret devam etti.
Mısır darbesini iktidarın bu derece üzerine alınmasının sebeplerinden birisi de neredeyse eş zamanlı olarak Türkiye’de başlayan Gezi protestoları oldu. Her iki ülkede gerçekleşen gösterileri ortak bir merkezden idare edilen bir komplo olarak okuyan iktidar, Gezi’de izlediği sertliğin de ne kadar yerinde olduğunu Mısır’daki durumla açıklamaya koyuldu. Eğer protestocular karşısında geri adım atılsaydı, olaylar daha yayılacak ve Mısır’da olduğu gibi istikrarsızlaşan ülke bir askeri darbeye doğru sürüklenecekti.
2013’teki olayların ateşi sönümlendikten sonra da Erdoğan’ın ve kurmaylarının Mısır’daki yeni hükümete karşı tutumunda bir yumuşama olmadı. Mursi’nin devrilmesi gayrı meşru olarak nitelendirilmeye ve Kahire’yle ilişki kurulmamaya devam edildi.
Ankara’nın bu olay karşısındaki katı tutumu ilgi çekici bir dış politika yönelimine işaret ediyordu. Türkiye, geleneksel olarak bölgedeki güçlerle ilişkilerini pragmatik saiklerle sürdüregelmişken, bu defa bir ülkenin iç işleri sebebiyle Türk dış politikasının yönü tespit edilmeye başladı.
Ortadoğu’daki rejimlerin hemen hiç birinin demokrasiyle uzaktan yakından alakası olmadığı halde Cumhuriyet dış politikası hiçbir zaman böyle bir beklentiyi öncelik haline getirmemişti. Aslında iktidarın ilk yıllarındaki mottosu haline gelen ‘komşularla sıfır sorun’ politikasının arkasında da benzer bir bakış açısı mevcuttu. Bölge ülkeleriyle ön koşulsuz karşılıklı çıkarlara odaklanılırken herhalde demokrasi dersi verilmeyecekti.
Neticede Mısır’daki darbe hem ABD’nin hem de Körfez ülkelerinin destekleriyle kalıcı hale geldi. Türkiye’nin devam eden boykotunun Mısır’daki yönetimi değiştiremeyeceği açıktı, bununla birlikte Müslüman Kardeşler’le yakın ilişkiler sürdürüldü.
Ankara’nın tutumunu ahlaki bir zeminde eleştirmek mümkün değil zira Mısır’daki rejimin nitelik açısından bir demokrasi olmadığı ortada. Ancak Türkiye’nin kendi demokrasisi böylesine irtifa kaybederken dışarıda ders vermeye çalışmamız inandırıcı olmuyor.
Daha da önemlisi Ankara’nın bu politikayla ulaşmaya çalıştığı hedefi anlamak mümkün değil. Eğer Mısır’daki Sisi rejimi devrilmek isteniyorsa, Türkiye’nin elindeki imkanlarla bunu başarabilmesi, Cemal Paşa’nın Kanal Seferi’nden bile daha umutsuz bir vaka.
Etkinliğimizin son derece sınırlı olduğu bir coğrafyada ABD’nin, Suudiler’in desteğini almış, bütün dünyanın tanıdığı ve birlikte çalıştığı bir rejimi devirebilmek zaten mümkün değildi. Hükümetin de böyle bir hayale kapıldığını sanmıyorum; daha çok Kahire’ye karşı alınan katı tutumu iç tüketim için kullanmak amacıyla bu durum devam ettirildi gibi görünüyor.
Türkiye neden geri adım atma ihtiyacı hissetti?
Peki şimdi neden Türkiye bu kadar yüreğini ve ruhunu koyduğu bir pozisyondan geri adım atma ihtiyacı hissediyor? Cevabı basit ve aslında birçok kişinin bildiği şeyler. Doğu Akdeniz’de giderek bizi daha çok zorlayan ‘değerli yalnızlığımız’, Libya’da yaşanan güçlükler, Kahire’yle bir uzlaşma zemini aranmasını gerektiriyor.
Diğer bir bölgesel güç İsrail’le de ilişkilerimizin bozuk olduğunu, Doğu Akdeniz Gaz Forumu’ndan dışlanmamızda da görüldüğü üzere bölgede dengeler aleyhimize geliştiğini gözlemlemek güç değil. Türkiye ile Mısır arasında soğuk rüzgarlar eserken, Yunanistan akıllı bir politikayla ortaya çıkan fırsatı değerlendirip kendi etki alanının genişletti. Libya’ya yaptığımız deniz yetki alanları anlaşmasına Atina, Mısır’la kendi anlaşmasını imzalayarak yanıt verdi.
Dış politika perspektifinden bakıldığında çok fazla düşünmeden atılabilecek bir adım gibi görülen Mısır’la yeniden yakınlaşma çabaları, hükümetin ideolojik bagajları düşünüldüğünde oldukça ağır gelmiş olmalı. Akıllara Humeyni’nin Irak’la sekiz senelik savaş sonunda ateşkes görüşmeleri için kullandığı, “Zehir içmekten beter” ifadesi geliyor.
Böyle hissettirmiş olsa da aslında Kahire ile somut çelişkilerimiz o kadar fazla değil. Cemal Abdülnasır zamanındaki gibi Suriye ile birleşip kapımıza dayanmış, bizi ‘Batı’nın Truva atı’ olarak suçlayan bir bölgesel güçle karşı karşıya değiliz. Türkiye’nin bütün bölge politikalarının da Kürt meselesiyle şekillendiği düşünülürse, Mısır’la birbirimizin ayağına basacağımız çok fazla alan yok.
Deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında, Kahire için avantajlı olanın Yunanistan değil Türkiye ile anlaşmak olduğu görünüyor. Gerçi Avrupa Birliği üyesi bir ülkeyi itip kakabileceğimiz konusunda açıkça yanlış hesap yapıyor olsak da Mısır bu sorunda karşımıza dikilecek güç değil.
Libya’da ise ortak bir zemin bulmak sanıldığı kadar zor olmasa gerektir. Sahadaki bütün aktörler bu kadar esnekken Ankara’nın da mevcut anlaşmaların devamı ve mümkünse üslerin korunması koşuluyla bir uzlaşmaya varması sağlanabilir. Etiyopya’yla Nil üzerinde inşa edilen baraj ve Türkiye’nin oradaki etkinliği de ayrı bir sorun ama yine bu da uzlaşılamayacak bir konu değil. Yani işin dış politika boyutunda aşılmaz engeller yok.
Diğer boyutun ise çok daha sorunlu olduğunu kabul etmek gerekiyor. Ankara’ya Mısır ve İsrail’le ilişkileri düzeltme çağrısı yaparken iktidarın üstüne oturduğu ideolojik çatının kaldırabileceğinden fazla ağırlığa maruz kalma riskini de not etmek gerekir. Hele son Mescid-i Aksa olaylarından sonra yeniden bir soğuma sürecine ihtiyaç duyulacaktır.
Neticede Mısır’la görüşmelerin başlamasını ‘olumlu adımlar’ listesine ekleyebiliriz. Ama diğer konularda olduğu gibi daha önce yapılan hataların ve gecikmelerin maliyeti olacaktır. Mısır, Türkiye’nin bölgede ne derece yalnızlaştığını gördüğü için pazarlık masasında eli yüksekten açıp birçok taviz isteyecektir. Türkiye’nin, Müslüman Kardeşler’e verdiği desteği sonlandırmasına ilişkin talepler kamuoyuna yansıyor.
Uygur meselesinde Çin’le çatışmamak için, soykırım açıklamasından sonra da ABD’yi kızdırmamak için düşük profilli bir politikaya razı geldiğimiz ortada. Koşullar bizi bu konuda da başka tavizlere zorlayacak gibi görünüyor.
Anlaşılan o ki Rabia’ya da veda etmeye hazırlanabiliriz.