BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı, bir eski düşmanımızla daha kavgaları geride bırakmak, iş birliği alanlarına odaklanmak amaçlı bir toplantı gerçekleştirdi. Birleşik Arap Emirlikleri Ulusal Güvenlik Danışmanı bin Zayed’in ağırlanması, son bir seneye damgasını vuran baş döndürücü manevraların son aşaması oldu. Doğu Akdeniz’de AB’yle yaşanan gerginlik sonrası yapılan frenleme ile başlayan süreç, Biden’ın ABD Başkanı seçilmesiyle hız kazanmıştı. Anlaşılan el yükselte yükselte tıkanma noktasına geldiğimiz bir dizi dış politika maceramızda olduğu gibi Körfez’deki aktörlerle verdiğimiz kavgaya da son vermeye çalışıyoruz.
Son görüşme özeline dönersek, Muhammed bin Salman’la yaşanana benzer bir kan davasını bir süredir Birleşik Arap Emirlikleri ile de devam ettiriyorduk. Arap Baharı sırasında Ankara’nın Müslüman Kardeşlere olan desteğinden rahatsız olan Körfez monarşileriyle aramıza kara kedi girmiş, Mısır’daki darbe sonrası tarafların tutumlarını kemikleştirmesiyle gerginlik kalıcı bir hal almaya başlamıştı. Bir zamanlar Batı sermayesine alternatif olarak gördüğümüz, biraz mesafeli olsak da birbirimizin ayağına basmamaya çalıştığımız Körfez krallıklarıyla bu süreçte şaşılacak derecede sert bir mücadeleye giriştik.
İleride Suudi yönetimiyle ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle bu derece sert bir çatışmayı neden yaşadığımızı, bunun arkasında somut çıkar çatışmalarının mı yoksa liderlerin kişisel tavırlarının olduğunu mu derinlemesine incelemek gerekiyor. Türkiye’nin sorun yaşadığı bu yönetimlerin demokratik olmadığını, meşruiyetini halktan almadığı gibi insan hakları, özgürlükler gibi dertleri olmadığını hepimiz kabul ederiz sanırım. Öte yandan Körfez monarşileri Türkiye ile bir sınır paylaşmayan, son on yıla kadar bizimle elle tutulur bir anlaşmazlıkları olmayan ülkelerdi.
Ankara’nın birinci derecede güvenlik ve beka sorunu olarak gördüğü konularda Suudi Arabistan’ın da BAE’nin de bir ağırlığı ve etkinliği olması pek mümkün değil. Belki kamuoyu algısı çok olumlu olmayan, baskıcı rejimlerden bahsediyoruz ancak zamanında ‘komşularla sıfır sorun’ diyerek çıktığımız yolda kimsenin iç işleriyle uğraşmaya niyetimizin olmadığını, amacın bölgede ekonomik ve kültürel bağları güçlendirerek işimize bakmak olduğunu beyan etmiştik. Arap Baharıyla idealist tonları bir anda baskın hale gelen dış politikamız keskin bir sapmayla kendi sorun sarmalını yarattı.
Bunları not ettiğimizde bile Körfez Monarşileriyle neden böylesine gerginlikler yaşadığımızı tam olarak açıklayabileceğimizi düşünmüyorum. O halde bir adım geri atıp, Ortadoğu’da olan bitene ilişkin tutum farklılıklarına odaklanalım. Türkiye’nin sadece Batıyla değil, onunla birlikte hareket eden bölge ülkeleriyle de en büyük anlaşmazlık konusu, yüzyıl önce Ortadoğu’da oluşmuş statükonun revizyonuna, yeni aktörlerin oyuna katılmasına yönelik politikalar oldu. Irak’ın kalıcı olarak sakatlanması sonrası, Suriye’nin daha da karanlık bir yola girdiğinin görülmesi Ankara’da panik hamlelerine yol açtı. ABD’nin öncülüğünde kurulan yeni düzende, Körfez monarşileri, Mısır, İsrail gibi ülkelerin rızalarının olduğu görülürken, Filistin meselesinin üzerine toprak atılması, Levant’ta siyasi kaosun kalıcı hale getirilmesi ve hepsinden önemlisi Kürtlerin siyasi bir aktör olarak sivrilmesi göze çarpmaktaydı. İran’ın kesinlikle dışlandığı bu düzende Türkiye de geleneksel beka kaygılarına kapıldı. Sonunda biraz da fazla hevesli bir biçimde ‘direniş cephesi’ diye adlandırılan bir grup ülkeyle neredeyse karşı bir blok oluşturuldu. Bu ‘direniş cephesi’ oyuncularının bölgedeki oyun planlarının birbiri ile ne ölçüde örtüşüp örtüşmediğine bakılmadan çıkılan yoldan, bana kalırsa hiçbir aktör de tam olarak memnun ayrılmadı.
Fantastik dış politika vizyonundan geri adımlar
Şimdi son bir senedir bu fantastik dış politika vizyonu ve söyleminden geri adım atılmaya başladığını gözlemliyoruz. En başta karşımızdaki bloğun amiral gemisi ABD ile ilişkilerin tamiri için bir dizi girişimde bulunduk; henüz tam istediğimiz noktaya gelemesek de burada yürüyen bir sürecin olduğuna şüphe yok. İsrail’le yakınlaşma iktidarın tabanında büyük sorunlar yaratacağı için en azından dışarıya yansıyan bir hareket yok ama Mısır’la makası kapatmaya çalıştığımızı gözlemlemek mümkün. Keza Libya’da da sular geçen seneye göre daha durgun. Türkiye’nin, Tunus’taki darbeye ölçülü tepkisi de yeni bir yaklaşımın denendiğini ortaya koyuyor.
Hal böyleyken Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi cepleri derin ülkelerle süregiden gerginliği uzatmanın alemi kalmamıştı. Mademki Ankara, bölgede Müslüman Kardeşler merkezli politikayı tamamen arkasında bıraktı, ‘direniş cephesi’ retoriğinden ve politikalarından da vazgeçiliyor, öyleyse bir araya gelip konuşma zamanı gelmiş olmalı. Böylelikle Türkiye, Ortadoğu’da Katar dışarıda bırakılırsa (biraz da IKBY) yalnızlığına son vermek adına önemli bir adım atıyor. Körfez monarşileri açısından ise Türkiye gibi büyük bir ülkeyle ilişkileri normalleştirmek elbette kazanç hanesine yazılabilir. Ankara’yı rahatsız etmek mümkün ama Türkiye’nin de cesametiyle bölgede kurgulanan herhangi bir senaryoyu baltalama gücü var.
İşin bir de ekonomik yönüne bakalım. Türkiye, büyük potansiyeli olan ama kalkınmasını sürdürmek için sürekli dış kaynağa ihtiyaç duyan bir ülke. İktidarın son bir senedir tekrar Batı ittifakına yakınlaşma çabalarının en önemli gerekçelerinden birisi de bu açığın finansmanı diye düşünülebilir. Ekonomik açıdan giderek sıkışan hükümet, eğer böyle taze bir para girişi sağlayabilirse, seçimden önce son bir gayret büyümeyi hızlandırmak için gaza basılabilir. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kalkınma politikaları yapısal olarak ‘taşıma suyla değirmen döndürme’ üzerine kurulduğundan, finansör ülkelerle kavga uzun vadede sorun çıkaracaktı. Şimdi Cumhurbaşkanı’nın beyanlarından da Körfez’le barışma hamlesinin arkasındaki finansal beklentiler de ortaya dökülmüş oluyor.
Gelelim işin iç dinamiklerine. 15 Temmuz’dan beri ‘FETÖ’yü finanse eden Suudi ve BAE yönetimi’ sözlerini sıkça duyduk. Bu ülkeler Türkiye’de darbe tezgahlayan, enikonu düşman unsurlar olarak kamuoyuna lanse edildi. Aslına bakılırsa ABD için bu FETÖ bağlantısı suçlamaları daha da belirgindi ama Kasım seçimlerinden beri iktidara yakın mahfillerden bunu giderek daha seyrek duyuyoruz. Şimdi Körfez ülkeleri için de benzer bir istisna uygulamaya konulabilir gibime geliyor. 15 Temmuz, belki iç siyasetteki dönüşümden çok dış politikadaki Batı karşıtı politikalara giden yolu açmıştı. Şimdi işin dış politika bacağında darbe girişiminin etkisini ortadan kaldıran yeni bir girişim olarak BAE ile temasları sayabiliriz.
Bu dış politika manevralarının iç siyasette de etkisi olacak mı, Türkiye’de son yıllarına damgasını vuran olağanüstü hal siyasetine, 15 Temmuz üzerinden muhalefetin baskılanmasına ve içerideki iktidarı oluşturan ittifaka yönelik gelişmeler bekleyebilir miyiz, onu göreceğiz. Yine Körfez monarşileriyle ilişkilerin tamir edilmesi noktasıyla yeni bir aşaması geçilen dış politikadaki tornistan Kürt meselesine de sirayet edecek mi, bu da ayrı bir soru. Bu konu sadece Türkiye’nin dış politikasıyla değil, aynı zamanda yavaştan girmekte olduğumuz seçim sathı maili ile de ilgili olduğundan ayrıca ele alınmayı hak ediyor.
Tehlikeli sulardaki bu bir paragraflık kısa yolculuğa burada son verip, dış politikanın nispeten konforlu dünyasına döneyim. Özetle BAE ile yeniden bir temasın sağlanması, son bir yılda Türk dış politikasında gördüğümüz balans ayarının bir basamağı gibi görünüyor. Direniş cephesine ‘hoşça kal’ derken, galiba bu manevrayla Körfez’in parasına yeniden ‘merhaba’ demeyi umut ediyoruz.