MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
Felaket tellallığı yapmak istemem, ama Hopa’da Pazartesi günü işlenen ve şiddetli yağmura yüklenen seri cinayetler daha büyük bir felaketin habercisi.
Evet, Hopa ölçülerine göre bile çok yağmur yağdı. Elektrik kesik olduğu için Hopalılar başlarına gelen şeyle ilgili televizyon kanallarında verilen doyurucu haberleri seyretmekten mahrum kaldı. Fakat felaketin akşamı zar zor ulaşılan telefon marifetiyle İstanbul’dan öğrendiğimize göre, metrekareye 255 kg yağmur yağmış. Bundan önceki rekor ise 90 kg imiş…
O sırada evde 10 kişi oturuyorduk. Biri 82, öbürü 89 yaşında iki kadın da vardı aramızda. Bu son rekorla önceki arasındaki farka herkes tırışkadan bilgi muamelesi yaptı. Ama herkes teslim etti ki, o günkü şiddette bir yağmur görülmüş şey değildi.
Aslında, Haziran’da da daha önce görülmemiş bir şey görmüştük. Bütün ay gayet serin ve çok yağışlı geçmişti. 80’in üstünde dört kadından da aynı şeyi duymuştum: “Haziran’da böyle hava görülmüş şey değil.”
Can acıtacak olsa da bazı soruları sormamız, çuvaldızı kendimize batırmamız lazım. Şimdi. Çünkü bu kutsal işi şimdi yapmazsak, Veysel Eroğlu denen bakanın Hopa’da canlarını kaybeden insanların karşısında zerk ettiği ‘takdir-i ilahi’ türünden uyuşturucular eşliğinde kanıksayıp kayıplarımızı zamanla içimizde katlanılabilir bir sızı haline dönüştürüp rehavete kapılarak uyuşacağız. Ve sonra daha çok öleceğiz.
Görülmemiş şiddetteki o yağmur normal mi?
Hopa’da görülmemiş şiddetteki o yağmurdan başlayalım. Normal mi?
Küresel iklim değişikliğinin bu tür dengesizlikler, anomaliler ürettiğini biliyoruz. Hopa’daki aşırı yağışın bununla pekala ilgisi olabilir (İklimbilimciler bu durumu sorgulayabilir, şu anda durduğum yerden onlara ulaşmam kolay değil). İklim değişikliğinin insan faaliyetleri sonucu doğduğunu da tartışmaya yer bırakmayacak kesinlikle biliyoruz.
Doğu Karadeniz’i çok iyi bilen bir arkadaşım, şu yukarıda sözünü ettiğim iki görülmemiş ‘doğa’ olayının Çoruh Nehri üzerine kurulan Muratlı ve Deriner barajlarının oluşturduğu göllerle ilgili olabileceğini söyledi. Bu bölgede bu genişlikte ve hacimde durgun su alanları olmadığını, bu yeni ve suni oluşumların yerel iklimde değişiklik yaratabileceğini söylemesi mantıklı, ama bunu da iklimbilimciler tartışmalı. Bekleyelim.
Şimdi biraz daha yerelleştirelim sorunu ve Hopa ölçeğine indirelim. Bu ölçek, aslında, bütün Doğu Karadeniz için geçerli bir örnek sayılabilir. Sadece, Hopa’nın, batısındaki kasabalara göre daha dik bir coğrafyaya oturduğuna dikkat çekelim (Karadeniz sahil yolunun nasıl bir katliam olduğunu, doğaya ve insanlara ne kötülükler ettiğini şimdi burada kurcalamayacağım).
‘Toprak kendini tutamıyor’
Coğrafya, tabiat şekilleri yüzbinlerce, milyonlarca yılda oluşuyor. Biz insanlar, çeşitli ihtiyaçlarımız için, bazan şımarıklığımızı, açgözlülüğümüzü tatmin etmek için, konfor düşkünlüğümüz için biraz patlatıcı, birkaç dozer ve kamyonla yollar açıyoruz mesela. Milyonlarca yılda şekillenmiş eğimleri bir yerinden kesiyoruz. İstanbul Üniversitesi’nden jeolog arkadaşım Yıldırım Güngör, “O dediğin zaman zarfında o eğim bir denge buluyor. Zaten o dengeyi bulabildiği için ve bulabildiği yerde duruyor” diyor. “Sonra biz o yüzbinlerce yıllık dengeyi bir çırpıda bozuyoruz. Toprağın akmaması imkansız.”
1990’ların başında yine Doğu Karadeniz’de bir dizi toprak kayması meydana gelmişti. Karadeniz Teknik Üneversitesi bir rapor hazırlamıştı, “Açılan yollar topoğrafyayı tahrip ettiği için toprak kendini tutamıyor” diyordu özetle.
‘Kaya yapısı bile bozuşmuş’
Bunun çok iyi örnekleri özellikle Fındıklı-Sarp arasında görülebilir. Bu yolun yamaçları birçok yerde durmadan akar, yolu tıkar. Bu bölgede araba kullananlar bir yandan trafiği kontrol ederken, bir yandan da o yamaçları kollamayı, özellikle yağmurlu havalarda yamaca uzak şeritte gitmeyi adet haline getirmiştir. Çünkü o yamaçlardan kopan kayaların geçen arabanın üstüne düştüğü de görülmüştür.
Hopa’da Sundura Deresi’nin aktığı vadinin iki yamacında olan da bu. Neredeyse adımbaşı heyelan var. Tabii, tedbir alınabilir, ama bu tedbir, birçok yerde sadece bir istinat duvarı çekmek olamaz. Üstelik bu duvarlar da her yerde şartlara uygun değil. Hopa’da kayan toprak birçok yerde o istinat duvarlarını aştı, bazı yerlerde de patlattı.
Yıldırım Güngör de aynı duruma şöyle işaret ediyor: “Dikkat edersen, o bölgede kuru havalarda da kaya düşmeleri olur. Bunun bir nedeni yamacın eğimi, yani dik olmasıysa, bir nedeni de kaya yapısıdır. Özellikle eğimi kesilmiş, ağaç varlığı da böylece bertaraf edilmiş yerlerde, bırak toprağı, kaya yapısı bile bozuşmuştur; kopar.”
Yeni evler, dik bir yamaca ‘iliştiriliyor’
Şimdi, yol için açılmış yarıklardan daha küçük yarmalara bakalım, Hopa’da ölümlü heyelanlar buralarda oldu çünkü.
Hopa’da, özellikle daha dik bir coğrafyaya yerleşmiş Orta Hopa Mahallesi’nde, eski evler yamaçlara dağılmıştır, etrafında da bahçeleri, çaylıkları bulunur. Ama bu yamaçlardaki nisbeten doğal düzlüklere veya asgari tahribatla açılabilen düzlüklere kurulmuştur. Bir de tabii, geleneksel Doğu Karadeniz evleri çok büyük oranda tek katlıdır ve kesme taşlar üstüne oturan ahşap iskelet içine yerleştirilmiş taş dolgulu duavarlara sahiptir. 50-60 yıl önce iki katlı olarak yapılanlar da yığma binadır. Yani, geleneksel ev, şimdi yapılan iki, üç, hatta dört katlı binalardan daha hafiftir. Üzerine oturduğu toprağa daha az yük bindirir.
Yamaçlara yapılan yeni binalar için yer seçiminde bariz bir hassasiyet gösterilmediği hemen fark edilebilir. Yamaç ya dimdik kesilerek yer açılmış ve açılıyor veya binanın arkasındaki yamaç çok dik bir eğimle yükseliyor. Özetlemek gerekirse, yeni evler, eskisine göre daha büyük bir yükle dik bir yamaca ‘iliştiriliyor.’
Çaylıklar, ormanları yok etti
Şimdi bu manzaraya bir faktör daha eklemeliyiz: Çay. Altı kaya olsa da üstte, jeolog Yıldırım Güngör’ün işaret ettiği gibi bozuşmaya elverişli toprak tabakasını kendinde tutan şey, bu bölgenin yoğun ağaç örtüsüdür, kökleri metrelerce derine giden.
Neredeyse ‘milli içecek’ sayılsa da çayın Karadeniz’deki (yani Türkiye’deki) tarihi 100 yılı geçmez. Dahası, tarım yapacak topraktan, dolayısıyla ekonomisini döndürecek imkanlardan yoksun Doğu Karadeniz’de çay tarımı özellikle 1960’lardan sonra teşvik edildi. Şu anda en önemli geçim kaynaklarınden biridir çay. İşte bu yüzden o dimdik yamaçlar tepelerine kadar çaylıklarla kaplı; ormanlar yok edildi!
Ve çay, sadece Yıldırım’ın değil, bütün Hopalıların bildiği ve dediği gibi, toprağı tutabilecek köke sahip değil. Hatta kimi Hopalıların dediği gibi, çay, sık örgüsüyle toprağı sürekli nemli tutuyor.
Ayrıca, çay tarlaları, olması gerektiği gibi, yağmur sularının yanlara doğru akmasını sağlayacak eğimde de yapılmayabiliyor. O zaman sular yanlarda aksın diye açılmış olması gereken (acaba bu kurala uyuluyor mu dersiniz?) su yolları yerine doğrudan yamaç aşağı akıyor. Tabii suyun hepsi yüzeyden akmıyor, toprağa süzülüyor ve yeraltında kendine minik ‘dereler’ yaratıyor.
Yani toprak, en azından bu tarif ettiğim gibi yerlerde belli miktarda suyu zaten içeriyor. Yoğun, en son gördüğümüz aşırı yağmurda çay örtüsünün sakladığı toprak, su içeriği daha da arttığından iyice cıvıyıp akışkan bir balçık haline geliyor ve yukarıda bir yerden, genellikle yamacın başladığı yerden kopup aşağıdaki diyelim üç katlı evin oturduğu toprağı da kendine katıp kayıyor.
İnşaat mühendisi gözüyle: Hatalar kafamıza vurulur
Bu noktada başka birine danışmamız gerekiyor, bir inşaat mühendisine. Güvendiğim, çok tecrübeli, yurt dışında da mühendislik yapmış, üstelik Hopalı (yılın yarısını Hopa’da geçiriyor) Şener Teksoy’a gittim. Şu yukarıda anlattığım, jeolog Yıldırım Güngör’ün de dikkat çektiği her şeyi Şener abi de söyledi.
“Peki” diye sordum, “sence yamaçlara kurulan o üç katlı, dört katlı binalarda ns kadar mühendislik bilgisi, çalışması, emeği var?”
Cevap: “Tanıdık, akraba bir mühendis varsa belki danışmış olabilirler. Olmadığını söylemek çok yanlış olmaz. Bu insanlar kalfa düzeyinde bu işi bilir. Bir iyi tarafı, bu binaları yavaş yavaş, yapmaları. Bir kat çıkarlar, sonra imkan buldukça bir kat daha. Böylelikle bina biraz oturur. Ama riskleri bertaraf etmeye yetmez bu. Yetmediğini acı bir şekilde görmüş olduk zaten. İnşaat sırasında yaptığımız bütün hatalar kafamıza vurulur.”
Zemin etüdü yapılıp yapılmadığını sordum. “Yapılmaz” dedi. “Halk dilinde ‘temeli bulmak’ denen, nisbeten sert toprağa ulaşmak yeter kabul edilir. Ama tabii, düz bir zeminde yeterli olabilecek bu ‘temel’ böyle eğimli bir arazide ve bu kadar yağmura maruz kalacak bir yerde yetmez. Çünkü bu şartlardaki bir yapı hem düşey hem yatay kuvvetlerin, üstelik ivmelenerek gelen kuvvetlerin etkisi altındadır. Dolayısıyla, bütün statik hesapların buna göre yapılması, esas taşıyıcı kolonların buna göre tasarlanması ve sayılarının arttırılması, hatta perde yapılması gerekir. Tabii, binanın yamaç tarafına usulüne uygun bir istinat duvarı da…”
Şener abi, hem yaşanan felaketin hem de çözümünün çok faktörlü olduğunun özellikle altını çizdi.
Çılgın ve çirkin yapılaşma
Şimdi tabloyu tamamlamak ve Hopa’nın imar trendini de hesaba katarak önümüzü, yani bence mutlak daha büyük felaketi görebilmek için bir etkeni daha hesaba katmalıyız.
Hopa’da tam bir yapılaşma çılgınlığı yaşanıyor. Sundura Mahallesi ve şehir merkezini de içeren dar sahil şeridi haricinde Hopa’da düz yer yoktur. Bu yerler kimileri 14-16 katlı binalarla dolmuş durumda ve şimdi 20 bin nüfuslu bir kasaba biri 22 katlı olmak üzere yine yüksek binalarla tıkabasa dolduruluyor.
Orta Hopa’nın tek düzlük alanına da sirayet etti bu çılgın ve çirkin yapılaşma. Yakında, sağına soluna açılan yollarla iyice büzülen Kavakdibi mezarlığından başka yer kalmayacak. Kavakdibi’ne uzatılmadan rahat edemeyeceğiz yani.
Büyük felakete davetiyeye
Peki, bu yüksek binalar için zemin etüdü yapılıyor mu? Yapılıyor. Fakat benden daha bilgili kimselerin bile ne kadar sağlıklı yapıldığı konusunda şüpheleri var.
Asıl büyük tehlikeye, daha büyük felakete davetiyeye geldik şimdi. Bu son düz alan henüz dolmadan, doğusundaki yamaçta, yukarıda anlattığıma yakın bir şekilde yer açılarak, şıpınişi 10 katlı bir bina yükseldi, daha da yükselecek mi bilmiyorum
Bu, şu demek: deminden beri anlattığım o dik yamaçlar, bırakın üç dört katı, 10 katlı binalarla dolacak. Yine böyle ‘görülmemiş’ yağmurlar yağacak. Bu sefer üç katlı binalar değil, 10 katlı binalar cıvımış toprağın üstünde kayıp yıkılacak. Bir binadan üç değil, 30 cansız çıkacak.
Hopa’nın ve Hopalıların bu imar çılgınlığından derhal vazgeçmesi gerekiyor. Ama hepimiz gayet iyi biliyoruz ki Hopa bu yazıdaki sesi dinlemeyip kulakarkası edecek.
Bir türlü yenileme imkanı bulamadığı eski tek katlı evini müteahhite vererek yenilemek, kendi payına düşecek üç beş daireyi çocuklarına dağıtıp bir eve sahip olmalarını sağlamak için bu sesi, aslında bastırdıkları, yoksaydıkları kendi iç seslserini duymayacaklar. Kimileri de zaten çirkinliğe batmış eskiden güzel olan bu şehirden artık hayır gelmeyeceğini düşündüğü ve bari para gelsin dürtüsüne esir oldukları için duymayacak. Kimi de tamamen daha da çok para edinmekten başka bir şey düşünme yetisini yitirdiğ için.
Doğa, çirkini kusar
O zaman, hep beraber ölüm feryatlarının sesini duyacağız. Güzelliği boşverdim, ölmemek için, diyeceğim ama aslında güzellik boşverilecek bir şey değildir, güzellik olmasa da olacak bir lüks değildir. Güzellik de temel ihtiyaçlardan biridir. Ve çirkinlik, kendi ellerimizle yarattığımız çirkinlik öldürür. Güzel, sağlamdır; ancak özenerek yapılabilir, taratılabilir çünkü. Şıpınişi yapılmış güzel bir şey yoktur.
Dahası, doğaya güzellik yaraşır. Doğa, çirkini kusar. Doğada ne yaparsanız onunla uyum içinde, onun suyuna giderek yapmalısınız, yoksa doğanın suyu bütün arkadaşlarıyla, sizin yaptığınız her şeyi size karşı bir silah haline getirerek sizi vurur. Hopa’da olan bu, olacak olan da.