
MURAT SEVİNÇ
Bir pazar günüymüş. Pazarları çalışmıyormuş aslında, fakat o gün bir arkadaşları İsveç’ten misafir geleceği için havaalanına gitmiş. Terminalde park sorunu var, bu nedenle ticari taksisiyle çıkmış yola. Arkadaşları uçaktan inmeyince (gelişini ertelemiş), hazır taksiyle gelmişken, bir yolcu alıp hiç olmazsa yakıt masrafını çıkarmaya karar vermiş. Genç bir Hintli fark etmiş, çekingen, ürkek, öylece bekliyor. Sıra kendisine gelince Hintli’ye gideceği yeri sormuş. Münster, demiş genç Hintli. Güzel de, Almanya’da altı-yedi Münster var, ülkenin kuzeyine gitmeyeceğine göre herhalde yakınlardaki olmalı. Hintli taksiye binmiş, bir adres çıkarmış, şaka değil, söz ettiği Münster 335 kilometre uzaklıkta, Almanya’nın kuzeyinde ve nereden baksan 700 mark tutar. Uçak da tren de daha ucuz! “Giyiminden, kuşamından, duruşundan, bakışından ‘Ben yoksulum’ diyor bu delikanlı.” Saf müşteri bulmuş bir taksici, gibi davranmak istememiş ve birkaç kez uyarmış delikanlıyı, başka araçlara yönlendirmeye çalışıp pahalı olacağını hatırlatmış, nafile, yoksul genç ısrarla götürmesini isteyince günah da şoförden gitmiş! Hintli bir-iki çek çıkarmış cebinden, iyi kötü karşılayacak parası var demek ki, yola koyulmuşlar. Hindistan’ın içlerinden, küçük bir orman köyünden gelmiş, Kanada’ya abisinin yanına gidecekmiş, Münster’deki uzak akrabaysa delikanlının gidişine yardım edecekmiş, ancak uçaktan inince, bir orman köyünden gelen delikanlı neye uğradığını şaşırmış, telaşlanmış, ne yapacağını bilemez duruma düşmüş kocaman havaalanında. Yoldalar. Gariban delikanlı yolu seyrediyor. Akşamüstü Münster görünmüş, yağmur başlamış, bardaktan boşanırcasına, zar zor bulmuşlar adresi, o da ne, ev filan yok, tek katlı bir Yunan lokantası. “Genç Hintlinin yüzünde patlayan korku bugün de gözümün önünde. Hiçbir şey söylemeden öylece bakıyor yüzüme. Mazlum, ürkek, çaresiz.” Yapılması gereken, “Hemşerim adres burası, bana eyvallah” demek, ancak delikanlı irileşmiş gözlerle bakıyor, nasıl eyvallah denir ki, dönmüşler yeniden Münster merkeze, bir telefon kulübesi bulup akrabasını aramışlar. Akraba, taksi şoförünü bir güzel azarlayıp getirdiği gibi geri götürmesini, Hindistan’ın bütün çıplaklarını giydiremeyeceğini, para basmadığını söyleyip çat diye kapatmış telefonu! Elde ahize, kulübede bir Hintli, sağanak yağış altında gece vakti kalakalmışlar. Hintli, taksi şoförünün yüzüne bakıp gülümsemese, her şey daha kolay olabilirmiş ama gülmüş işte: “Ama güldü. İncecik güldü. Hayır, bu gülüşü tanımlamaya kalkışacak filan değilim. Ama o incecik gülüşle koskoca Hindistan anakarası gelip çöktü yüreğime…” Benerci, Benerci’yi düşünüyor bu esnada, Nazım’ın Benerci’sini; “Benerci dostum benim, arkadaşım, ağabeyim, yol arkadaşım, benim gençliğim Benerci… Benerci benim!” Birlikte çıkıp tren istasyonuna gitmişler, kalınca bir telefon rehberi, başlamışlar ilgili makamları aramaya, Hindistan büyükelçiliği, konsolosluklar, dostluk dernekleri… Sonunda Bremen’den birileri dinlemeye razı olmuş, ilgilenmiş ve onlara bir adres vermiş. Bir daha yol görünmüş, daha da kuzeye, 200 kilometre, sonunda adrese ulaşmışlar. Evden çıkan Hintli, delikanlıya sarılmış, Kanada’ya sorunsuzca yollayacağının güvencesini vermiş taksi şoförüne. Elini sıkmış adamın, aracına yönelmişken, “Ücretinizi aldınız mı” diye sormuş Hintli ev sahibi, taksi şoförü “Evet, fazlasıyla” demiş, biraz da hayretle yöneltilen “Bunu neden yapıyorsunuz” sorusunu ise “…bir Hintli arkadaşım var, onun hatırı için belki de” diye yanıtlamış ve Frankfurt’a, evine doğru yola çıkmış. “Franfurt’a geceyarısından sonra vardım. Yüreğimde, sevinç. Mutlu olmanın bazen çok da zor olmadığını düşünüyorum…”
Aydın Engin’in ‘Ben Frankfurt’ta Şoförken’ adlı kitabında yer alan, “Cami kapısına bırakılmış bir bebek gibi…” başlıklı hatıranın, onu en iyi anlatma ihtimali olan hikâyelerden biri olduğunu düşündüm. Fukara, ürkek ve çaresiz Hintli delikanlıyla siyasi gerekçelerle sığınmacı olmuş, ekmek parası için Frankfurt’ta direksiyon sallayan Aydın Engin’in karşılaşması. Bu karşılaşma, o devrin sosyalist kuşağının emekten, yaşamdan ve insandan anladığını en dokunaklı haliyle resmediyor.
Yıllarca sevgiyle okuduğum ve çok şey öğrendiğim Tırmık’ı, Aydın Engin’i, gülümseyerek anmak istiyorum. Bu yüzden, bir vesileyle bana verdiği çok özel bir sırrı sizinle paylaşacağım.
Sır, bebek bakımına ilişkin; her yerde duymayacağınız türden, patenti kendisine ait bir bakım taktiği. Herhalde bilirsiniz, Frankfurt’ta bir ara, eşi Oya Baydar Moskova’da sürpriz vize engeli nedeniyle mahsur kalınca, çocuğa tek başına bakmak zorunda kalmış. Hatta komşusu, 68’lilerin meşhur öğrenci liderlerinden Daniel Cohn-Bendit, namı diğer Kızıl Dany de o esnada çocuk büyütüyormuş ve bu sayede tanışıp arkadaş olmuşlar. Kendi ifadesiyle, Almanya’da ‘yılın annesi’ seçildiği dönem. Birkaç yıl önce, Aydın Engin’le bebek bakımının zorluğu üzerine konuşurken, “Sana hayatını çok kolaylaştıracak bir sır vereyim” diyerek başladı söze. “Bebeği omuzunda sakinleştirirsin, salyası akar, bu yüzden bir mendil koyarsın. Buraya kadar bilmeyecek bir şey yok. Fakat bir süre sonra omuzun yorulur, diğerine alırsın ve hazırlıksız yakalandığın için kıyafetin kirlenir. İşte bu riski bertaraf etmek için, iki omuzuna da mendil koymalısın, bu benim taktiğim, başka birinden duyamazsın.”
81 yıllık güzel, zengin, dürüst, çileli, eşitlik mücadelesiyle geçen, çok insana dokunmuş onurlu bir yaşam… Ve her şey bir yana, varlığıyla moral veren, iyi kalpli, şefkatli bir insandı Aydın Engin.
Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun.