MURAT SEVİNÇ
Ne kadar sık tekrarlansa, altı ne kadar çizilse o kadar iyi: Demokratik sistemin gelişmesi ve hayatta kalabilmesi, öncelikle laiklik ilkesine bağlıdır.
İlkenin özü basit: Devletler, ‘din’i referans alamaz. Bu temel ilke, tüm devlet organları için geçerli. Parlamento karar alırken ve yasa çıkarırken, yürütme organı işlem ve eylemlerinde herhangi bir inancı temel alamaz.
Yargı organları kararlarını inançların değerlerine değil, hukukun sözü ve ilkelerine dayandırmak zorunda.
Laik devletin çalışanları, sıradan memurundan devlet başkanına dek, kamusal eylemlerini herhangi bir inancın kurallarına dayandıramaz. Çünkü sunulan ‘kamu hizmeti’ inançlı ya da inançsız, her bir yurttaşın vergisi ve emeğiyle karşılanır.
İnanç başka, hukuk başka
Laik devletin inançlara eşit mesafede olup herhangi birine yaslanmaması, idarecilerin inançlı olup olmamasıyla, bazı geleneklerin yaşatılmasıyla, toplumların köklerindeki dini olan ya da olmayan ritüellerin kabulüyle ilgisizdir.
Elbette herkesin bir inancı olabilir. Hatta din ile ‘resmi’ düzeyde çok daha sıkı fıkı ilişki kuran Batı demokrasileri de yok değil. Ancak örneğin İngiltere’de Kraliçe’nin Anglikan Kilisesi’nin başı oluşu, Norveç’te resmi bir dinin varlığı (Evanjelik Luteryen) ve Kral’ın dine bağlılık yemini etmesi, özellikle monarşilerde devlet başkanlarının dinsel törenlerle ilişkisi, devletlerin tarihinden kaynaklanır. Buna mukabil devletin, hukuku yaratır ve uygularken inançlar karşısındaki yansızlığı, adı geçen ülke idareleri de geçerli.
Üç temel: Ahlak, din ve hukuk kuralları
Toplum içindeki ‘insan’ başlıca üç temel ‘kural öbeği’yle çerçevelenir: Ahlak, din ve hukuk kuralları.
Hukuk kurallarının diğer ikisinden farkı, arkasında ‘kamu gücü’ oluşudur. Hukuk ile çatışmadığı sürece, ahlaka ya da dine aykırılık, aykırı davrananın sorunudur. Bedeli, dini ve toplumsaldır.
Ancak hukuk kuralına aykırılığın karşılığı, ‘yaptırım’ adını alır. Bu nedenle, o kurallar ile tanzim edilmiş kurumlar, dine dayanmaz. Laik devletler, her inanç ile arasına aynı mesafeyi koymak zorundadır.
Nasıl bir akıl, kimin aklı?
Dolayısıyla laik devlet, uygulamalarını akla/bilime dayandırmalıdır. Akıl ve bilim dediğimiz de tabii ki tarihsel bağlam ve ideolojilerden kopuk olgular değil. Örneğin ABD’nin 60 yıl önceki kimi biliminsanları, komünizmin beyindeki bir rahatsızlıktan doğduğunu ‘bilimsel’ olarak kanıtlamaya çalışıyordu!
Dolayısıyla, ‘bilim’ ve ‘akıl’ ifadelerinin geçtiği her yerde, ‘Nasıl bir bilim?’ ve ‘Kimin aklı?’ soruları, söz konusu iki sözcüğe eşlik etmek durumunda.
Eğer laik devlet referansını dinden almıyorsa geriye, ‘gökyüzü’ kaynaklı açıklamaları değersizleştiren, doğaya ve insan yaşamına dair olup biteni ‘yeryüzü’ne ait delillere dayandıran bilim dalları kalır. Bu nedenle laikliğin Türkçesi, ‘yercillik.’ Yani, yeryüzüne ait olan.
Zorunlu bir hatırlatma
Yazının amacı, özellikle 18-19. yüzyıldan itibaren insanlığın kaderini değiştiren, başta doğa bilimleri olmak üzere diğer alanlardaki gelişmeleri özetlemek ya da muhtelif bilim anlayışları üzerine laf kalabalığı yapmak değil kuşkusuz. Önemli olan, hayli uzun süren din/mezhep savaşları ardından Batı’nın, devletlerini şekillendirirken (Burjuvazinin önderliğinde), inançlar ile arasına mesafe koymak isteğinin ya da mecburiyetinin bir kez daha hatırlanması.
Türkiye’nin laikleşmesi ise iki yüz küsur yıl önce başlayan modernleşme çabasından ayrı düşünülemez. 1921 Anayasası’nın ilk maddesinde yer alan ‘Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur’ ilkesi, büyük bir tarihsel birikimin sonucu.
Bu cümle, hem halk egemenliğini hem de egemenliğin ‘kaynağı’nın artık gökyüzünde değil, yeryüzünde olduğunu anlatır. Aynen 1789’da Fransız devrimcilerinin ‘ulus’ kavramını icat ederek anlatmak istedikleri gibi.
Perukçu aklı evveller
Türkiye, Cumhuriyet boyunca laiklik ilkesi konusunda çok tartışma ve sıkıntı yaşadı. İlkenin yorumundan ve uygulamasından kaynaklanan sorunlar malum. Hepsi bir yana, üniversite öğrencisinin peruk takmasını izleyerek laikliği koruduğunu düşünen aklı evvellerin neden olduğu çatışma, henüz çok taze.
Buna mukabil ‘tanım’ ve ‘uygulama’ konusundaki mücadele, en azından toplumun çoğunluğu için bir ‘varlık/yokluk’ meselesine dönüşmemişti. Oysa bugün yaşananlar, laikliğin tanımından değil, varlığından duyulan açık rahatsızlığın dışa vurumu.
Laiklik, anayasal ilkelerin nefes borusu
İktidar/idare, her gün el artırarak toplumsal tepkiyi sınıyor. Tabii ‘toplumsal tepki’ denilenin, her gün ortaya çıkan ufak tefek kıvılcımlardan çok öte, ‘biriken’ açmaz ve kızgınlıkların sonucu olduğu, Gezi deneyiminden sonra iyice anlaşılmış olmalı.
Türkiye’nin cılız demokrasisinde laiklik, Batı demokrasilerinden daha da hayati değerde. Diğer tüm anayasal ilkelerin ‘nefes borusu’ laikliktir.
Eğer devlet yönetiminde referans ‘inanç’ olmaya başlarsa belki bir süre işçi katliamları ‘kader’, eğitimin hası ‘ilahiyat’, kadının makbulü ‘evli ve kapalı’, kız çocuğunun edeplisi ‘başı bağlı’, yazar- çizerin ideali ‘itaatkâr’, mekânların en huzurlusu ‘içkisiz’ vb. zihniyeti hakim kılınmaya çalışılabilir. Ancak böylesi izan dışılık, son derece karmaşık yapısı olan toplumun cıvatalarını da yerinden oynatır.
Hatırlatmakta yarar var, bizler anayasacılık tarihini anlatmaya Sened-i İttifak’tan başlıyoruz. Bu toprağın hukuk ve toplumsal hareketler birikimini azımsamamak, küçümsememek gerekir.
Reis için fark etmeyebilir
Anayasa’ya göre cumhurun Reis’i olan yönetici ve pervaneleri, halihazırda birkaç milyar insanın çok tanrılı dinlere inandığı dünyamızda, kalan yarısının yalnızca bir kısmının inandığı Sünni mezhebin bir yorumuyla biçimlendirmeye çalışıyor koskoca Türkiye’yi. Devletin Anayasa’sında ‘laiklik’ Cumhuriyet’in temel ilkelerinden biri olarak yer alıyorken. O laiklik ilkesi, diğer tüm ilkelerin yaşama geçirilmesi için elzem iken.
Reis açısından, ‘iki hidrojen ile bir oksijen atomunun birleşmesi bilgisi’ ile ‘yatsı namazının farzı’ bilgisi arasında bir fark olmayabilir. O pahalı uçağının, besmeleyle uçtuğunu da düşünüyor olabilir. Sorun, yeryüzü kurallarından böylesine kopuk bir zihniyetin, ‘laik’ devleti yönetiyor olmasında.
Hukukla, yeni anayasayla vs. ilgisi olmayan bir dönüşüm ve siyasal mücadeleye tanıklık ediyoruz. Bu süreçte, ‘artırılan’ her elin kabulü, ertesi gün mevzuatın bir parçası haline geliverir. Hal böyleyken gidişatı görmek ve karşı çıkmak yurttaşlık görevidir.
Toplumun değer vermediği, sahip çıkmadığı hiçbir demokratik ilke yaşayamaz.