İşçilerin üretim sürecinin istenildiği zaman kullanıp atılabilen, aynı zamanda kolayca yerine yenisi konabilen bir nesnesi gibi görülmesi, kapitalizmin ilk yıllarından bu yana karşılaşılan bir durum. Patronlar, işçileri bir taraftan acımasızca sömürürken, kendileri için en küçük bir olumsuzlukta, örneğin işçiler sendikal örgütlenme hakkını kullandığında onları kolaylıkla kapı önüne koyabiliyor. Çünkü patronlar için işçiler, işin en kolay ve en hızlı elden çıkarılabilen unsurları olarak görülüyor.
Geçmişte yürütülen sınıf mücadeleleriyle kazanılan sendikal örgütlenme, grev ve toplu sözleşme hakkı, 8 saatlik iş günü, ücretli izinler, iş güvencesi, sosyal güvenlik hakkı ve benzeri çok sayıda kazanılmış hak, sermaye güçleri tarafından üretim maliyetlerini arttırdığı bahanesiyle hedef olmayı sürdürüyor.
Patronlar, anayasal hakkını kullanarak sendikalaşan ya da insanca yaşayacak ücret talep eden işçileri kolaylıkla kapı önüne koyarken, çalışan işçilerin yaşadığı tedirginlik ve korkuyu canlı tutmayı da ihmal etmiyor. Patronlar, en çok kazandıkları dönemlerde bile sürekli üretim maliyetlerinin yükseldiğinden şikayet etse de genlerine kadar işlemiş olan ‘daha fazla kâr’ hırsı kriz dinlemiyor. Her ihtiyaç duyulduğunda ‘daha ucuza çalışacak’ büyük bir yedek emek ordusunun varlığı onları sömürüyü yoğunlaştırmakta daha cesaretli davranmaya itiyor.