SELİN GÜREL
@selingurel_
Dünya prömiyerini 75’nci Cannes Film Festivali’nde yapan, ‘Avrupa’nın Oscarları’ olarak bilinen Avrupa Film Akademisi’nde 22 yılın ardından ödül alan ilk Türk yapımı olan, Roma’da düzenlenen Med Film Festivali’nden ‘jüri özel ödülü’, Antalya Altın Portakal’da ‘en iyi yönetmen’ dahil dokuz ödül, Ankara Film Festivali’nde ‘en iyi film’ dahil altı ödül alan ‘Kurak Günler’, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından verilen destek fonunun faiziyle birlikte geri istendiği haberinin gölgesinde, iki gün önce gösterime girdi.
Film eleştirmeni Selin Gürel Altın Portakal Ulusal Yarışma’da izlediği filmi Diken için yazmıştı. Yazarın ‘seyir zevkiyle mecazi değil gerçek anlamda nefes nefese bırakıyor’ dediği Kurak Günler eleştirisi şöyleydi.
Gece boyunca kafamızda oynadı durdu
Ulusal Yarışma’nın tam orta noktasında, henüz çok yoğun duygular yaşamadığımız bir düzlükte önemli bir eşikten geçtik ve seyir zevkiyle mecazi değil gerçek anlamda nefes nefese bırakan ‘Kurak Günler’i izledik. Şimdiye kadarki en kalabalık gösterimde, çok heyecanlı bir seyircinin huzuruna çıkan film bittiğinde uzun uzun alkışlandı. Sonra gecenin üzerine kâbus gibi çöktü, çok büyük ihtimalle bir salon dolusu insanın kafasında oynamaya devam etti, tekrar başa alındı, bir ileri bir geri, adım adım yeniden finale gelindi ve güm! ‘Bu filmdeki karakterler hayal ürünüdür, gerçek kişilerle olan benzerlikler tamamen rastlantısaldır.‘
Türkiye’ye dair yanlış olan her şeyi küçük bir kasabaya sığdıran Emin Alper, çürük, yoz, kurnaz, sinsi, homofobik, şakşakçı, eril, zehirli bir sağ siyaset geleneğinin karşısına kalıpların dışında bir cumhuriyet savcısı yerleştiriyor. Ama bu bir sol-sağ, iyi-kötü, haklı-haksız, kahraman-kötü adam, şehirli-taşralı karşılaşması değil. ‘Kurak Günler’ bundan çok daha derin, boğazımıza kadar gömüldüğümüz, yapış yapış bir karanlığı işaret ediyor. Kusursuz açılış sekansında hızlıca özetlendiği gibi, Savcı Emre’nin atandığı Yanıklar kasabası, kendine düşman icat etmekte ve buna halkı inandırmakta uzmanlaşmış, sıradan insanın hayatını çekilmez kılan düğümleri kendi elleriyle atan sonra da her birini çözeceğini vaat eden erk sahiplerinin oyun alanına dönüşmüş durumda. Burada obruk sembolü hikâyeye eldiven gibi oturuyor.
Savcı suçun parçası olursa
Savcının içine düştüğü cehennem bizim için çok tanıdık. Kasabalıların fikirlerini yöneten ve yönlendiren kirli basın organlarından tutun da ötekileştirilmiş grupların sesini el birliğiyle kesen otorite figürlerine, şiddet pornosu sevdasından silah seviciliğe, ‘Dostlar alışverişte görsün’ homofobikliğinden aile yalanına kadar her zerresini tanıyoruz, derin derin soluyoruz. Filmde asıl mesele savcı karakterinin tüm bunlarla nasıl savaşacağına ya da tüm bunları ne kadar görmezden gelebileceğine karar vermek. Alper, bunlardan daha iyi bir fikir buluyor ve savcıyı da suçun bir parçası haline getiriyor. Böylece seyircinin bel bağlamak üzere olduğu bebek yüzlü savcımız, onurlu adalet bekçisi maskesini atıyor ve tepeden baktığı kasabalılardan farkı olup olmadığı şüphesiyle kendini yiyip bitiriyor. Filmin en önemli hamlelerinden biri bizlere de ayna tutan bu suç ortaklığı meselesi. Bir diğer ayna da, hep aynı bayat söylemlerle tekrar tekrar kışkırtılan halkın kör bir inanmışlıkla sarıldığı o pek kutsal değerlere tutuluyor. ‘Kurak Günler’in üzerine yatıp uyuyun. Rüyanızda bu iki aynayı silah gibi kullanarak ülkenin en büyük utançlarını yerle bir ettiğinizi göreceksiniz.
Diğer yandan bağımsızlığını ilan eden Emin Alper filmleri alt türüne, bu kez polisiye, politik gerilim ve küçük kasaba gerilimlerinin havası da karışıyor. Ortaya çıkan bileşim şahane.
Üstü kapalı bir anlatım daha çekici kılardı
Filmin tek aksayan yönü, savcı Emre ile gazeteci Murat arasındaki çekimin dile getirildiği veya fiziken öne çıkarıldığı bazı anları çevreleyen kalın çizgiler. Böyle bir filmde iki erkek arasındaki duyguların üstü kapalı bir anlatımla yansıtılması, aralarındaki ilişkiyi daha gizemli ve heyecanlı kılardı. Ancak yönetmen, sanki her ikisine dair anlaşılmayan hiçbir şey kalmasın diye tarif etmeye ve bariz işaretlerle göstermeye gereğinden fazla zaman ayırıyor. Bunların biraz fazla göze battığı düşüncesi kuvvetlenmeye yüz tutmuşken, filmin unutulmaz final yolculuğu başlıyor ve bir anda her şeyi unutuyoruz.
‘Kurak Günler’in tempolu gerilimi finale doğru tepe noktasına tırmanıyor. Zaten pamuk ipliğine bağlı dengelerin yerle bir olduğu dakikalarda, oturduğumuz yerde kalp atışlarımızı hızlandıran, heyecan ve stresten nefes nefese bırakan bir final izliyoruz. Sanki biraz da kendi kaderimizi belirlemesini umduğumuz bir final bu. Filmin 130 dakikalık süresi nasılsa 40 dakikada sona ermiş, son kare zihnimize kazınmış ve harikulade müzikleriyle kapanış jeneriği akmaya başlamışken, izlediğimiz her şeyin sadece bir Türkiye sorunu olamayacağını biliyoruz. Sağ siyasetin aynı anda yükseldiği dünyanın her köşesinde benzer manzaralar izleyebiliriz pekâlâ. Dünyanın her köşesi demişken, ‘Kurak Günler’i hangi absürt nedenle Oscar yarışına göndermemiş olabiliriz acaba?