EMRAH TEMİZKAN
emrahtemizkan@diken.com.tr | @emrahtemizkan
Türkiye ‘beklemediği’ bir seçime giderken seçim gündemini kenara bırakan bir gelişme yaşadı: ‘Ekonomik kriz’.
Kimine göre uzun süredir hissediliyordu, vakti gelmişti. Kimisi için ‘birileri düğmeye basmıştı’ ancak Türkiye’nin ekonomik darboğazla karşılaştığı gerçeği ve yükselen döviz kurları durumun sahiciliğini ortaya koyar nitelikte.
Ekonomiyle ilgili iktidar kanadı ve ekonomi kurmaylarından arka arkaya açıklamalar, faiz tartışmaları, kur hesaplamaları ve “Ne olacak?” sorularının yanında bir de “Seçimden sonra ekonomi nasıl olur?” sorusu eklendi.
2001’deki krizin hatırlandığı ve devletin tepesindeki ismin “Ekonomi performansıyla dünya çapında bir efsaneyiz” dediği Türkiye’de paranın durumunu, “Her şey beş yıl önce FED başkanına sorulan soruyla başladı” diyen ekonomist Murat Kubilay’a* sorduk.
‘En kötü günümüz böyle olsun’

Fotoğraf: Reuters
Türkiye ekonomik krizde mi şu an? Ya da buna ‘buhran’ diyebilir miyiz? Yoksa hafif mi kalır?
İlk olarak henüz krizde olmadığımızı belirtelim. Bunun nedeni yalnızca krizin iktisadi tanımına uygun bir şekilde iki çeyrek üst üste ekonomik daralmanın gerçekleşmemiş olması değil. Diğer makro ekonomik göstergeler de krizde olduğumuz durumunu teyit etmiyor. Bu göstergelerle belirli ölçüde oynanmış olduğunu hesaba katsak dahi mevcut durumu kriz olarak değerlendirdiğimizde krizi küçümsemiş oluruz. Bu konudaki görüşümü şu sözlerle özetleyebilirim: “Eğer şu anda yaşananlar krizse, en kötü günümüz böyle olsun!”.
Yıllardan beri süre gelen hatalı politikalar ve küresel ekonomik gidişatın kalıcı bir şekilde düzelmemesi; krizin kaçınılmaz olduğunu ve nihayetinde ekonomik buhrana dönüşeceğini göstermekte.
‘Ekonomide küçülme olmadan kriz olmaz’ diyorsunuz. Hükümet üyelerinin söylemlerinin aksine ekonomide küçülme oldu mu?
2008-09 krizinden beri Türkiye’de ekonomik küçülmenin yaşandığı tek dönem 2016 yılı 3. çeyreği; yani darbenin olduğu dönem. Aynı yılın son ayları ile birlikte ekonomi tekrar büyümeye başladı. Elbette bu büyümelere ‘hormonlu büyüme’ demek gerek. Ya da 2020’li yılların büyümesinden çalınarak erkene çekilen büyüme. Ancak istatistiklerdeki olası oynamaları hesaba katsak bile şu anda hala bir büyüme olduğunu inkâr edemeyiz.
FED başkanına sorulan soru

Murat Kubilay
Her şey beş yıl önce FED başkanına sorulan soruyla mı başladı? Bunu biraz anlatabilir misiniz?
22 Mayıs 2013 tarihinde ABD Merkez Bankası (Fed) Başkanı Ben Bernanke’nin Kongre’ye yaptığı sunumdaki soru cevap kısmı bir nevi ilk tetikleyici rolü gördü. Ekonomideki döngüsel ve yapısal sorunlar 2008 yılından beri var. 2008-13 arası dönemde ABD, AB, İngiltere ve Japonya merkez bankalarının yaptığı emsali görülmemiş ölçüde büyük olan likidite sağlama politikası (piyasaya para verme) nedeniyle açıkların üstü örtülebilmişti. Bernanke’nin 2013 tarihli piyasaya para verme politikasının azaltılabileceği sinyali ile bu dönem kapanmış oldu. 2013 sonrasında ise hükümetin telafi edici para ve maliye politikaları ile büyüme sürdürülebildi.
Son bir yılda adım adım gelen kriz seçim atmosferiyle iyiden iyiye büyüdü. Ekonomideki dalgalanmaları sadece siyasi odaklı olarak okumak ne kadar sağlıklı? Her şey hükümetin de sığındığı gibi ‘siyasi istikrar’a mı bağlı?
Ekonomik büyüme çıktıdaki iki dönem arasındaki pozitif değişim demek. Çıktıyı artırmanın en kolay yolu da girdiyi artırmak. 2013’ten beri hükumet özellikle kredi yoluyla girdiyi artırarak iç talebi canlı tutup büyümeyi sağlıyor. Tabii bu sürdürülebilir bir politika değil. Ekonomik gidişatın siyasi sonuçları olacağını bildikleri için sarsıldıkları son beş yılda bu politikaları şiddetli bir şekilde uyguladılar. Öyle ki; son bir yılda referandum ve genel seçim korkusuyla kantarın topuzu iyice kaçırdılar. Patlayacak balonu iyice şişirip siyasi istikrardan öte gelecekteki istikrarsızlığın temsilcisi oldular. Dolayısıyla küresel ekonomiler ve piyasalardan sonraki en etkili faktör olan tek parti istikrarı; AKP tarafından siyasi istikrarsızlığa dönüştürüldü.
‘Önümüzdeki yıl, AKP’nin ekonomik bir mucize yaratmadığının farkına varılacak’
2002 sonrası krizden çıkan türkiye ekonomisinin görece iyileştiği söylendi ve hükümet de bu söylemi yıllarca kullandı. Bunu sadece hükümetin başarısına mı bağlamalı yoksa küresel şartlar mı bunu getirdi?
2002-07 arası dönem Türkiye’nin krizler nedeniyle yıllarca baskılanmış potansiyelinin ortaya çıkması için uygun koşullara sahipti. Krizin acı reçetesi çoktan içilmişti ve nihayetinde siyasi istikrar sağlanmıştı. Bununla birlikte asıl belirleyici olan bu süredeki küresel ekonomilerin gidişatındaki olumlu seyir oldu. 2008-13 arasındaysa küresel ekonomiler kötü dahi olsa, uygulanan para bolluğu politikası neticesinde küresel piyasaların iyi olmasının nimetlerinden faydalanıldı.
AKP’nin 2002 yılından bu yana yaslandığı ‘ekonomide yükselen ivme trendi’ nasıl bu noktaya geldi?

Fotoğraf: Reuters
2013-18 döneminde ise bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin önemli sarsıntılar geçirdikleri ancak bu olumsuz etkileri devlet olanaklarıyla yatıştırdıkları bir dönem oldu. Türkiye’de her şey Erdoğan ve AKP odaklı tartışılıyor. Ancak 2008’de tüm bunlardan daha önemli olan küresel ekonomik kriz yaşandı. Bunun sonucunda, önümüzdeki yıldan itibaren hem küresel ekonomilerin hem piyasaların sıkıntılı olduğu ve üstelik devletin telafi edici ekonomi politikalarının sürdürülemeyeceği noktaya gelmiş olacağız. İşte o zaman AKP’nin ekonomik bir mucize yaratmadığının farkına vatandaş da varacak.
‘Sosyal devlet güçlendirmeli’
Politika faizi artılırsa ne kadar bir çözüm olur, yapısal reformlar haricinde faizden başka bir yol yok mu?
Kısa vadede dolar kurundaki oynaklığı tedavi etmenin faiz oranlarını artırmak dışında yolu yok. Üstelik artırmak da değil, yeterince artırmak şart. Örneğin iki yıllık devlet tahvili faizi yüzde 17,5. Merkez Bankası’nın (TCMB) politika faizi ise yüzde 8; uyguladığı faiz ise ancak geçtiğimiz hafta yüzde 13,5’ten 16,5’e çıkarıldı. Kısacası TCMB kontrolü yitirmiş ve piyasanın peşinden koşmaya çalışmakta.
Yapısal reformlar ise kamu yönetimi, hukuk, eğitim, vergi sistemi gibi birçok alanı kapsayan ve sonuçları uzun yıllar sonrasında alınabilen önlemler. Böyle bir ortamda yapısal reform yolu ile çıkış sağlayamazsınız. Uzun vadede kalıcı sonuçlar elde etmek için şüphesiz belirli yapısal reformların tamamlanması gerekiyor. Ancak bu reformlar 2001 krizi sonrasındaki gibi sosyal devleti zayıflatan değil; güçlendiren bir biçimde yapılmalı. Aksi takdirde örneğin zayıflamış ve gittikçe adaletsizleşmiş bir eğitim sistemiyle şu anda olduğumuz gibi orta gelir tuzağının içinde daha çok uzun yıllar debelenmek zorunda kalırız.
‘Yüksek kur’ mu ‘dengesiz kur’ mu daha büyük sorun?

Fotoğraf: Reuters
2013 yılına kadar TCMB sahip olduğu aşırı güven neticesinde kur seviyesini aşağıda tutmak zaten kolay, bir de üstüne kur oynaklığını bile düşürebilirim görüşündeydi. Gerçekten de küresel piyasalarda olumlu seyrin olduğu dönemde bu başarıldı. Ancak zor olan sıkıntılı dönemlerde bunu sağlamaktır. Şu anda TCMB kur seviyesinde bile etkin değilken kurun oynaklığını disipline edebilmesi mümkün değil. İşin en kötü tarafı ise hem seviye hem de oynaklıktaki artış birbirini tetikliyor. Bu kısır döngü dolar kurunu makul bir bant içine sokmakla kırılabilir. Tabi bunun için de faiz artırımı şart.
‘Doların hızlı bir şekilde 5 TL’ye ulaşması ana senaryo değil’
Bundan sonra ne öngörüyorsunuz? TL değer kaybetmeye devam edecek mi? MB müdahaleleri nasıl bir etki gösterecek?
Geç de olsa TCMB yapması gereken bazı hamleleri uyguluyor. Başka bir ifadeyle Erdoğan’ın taraftarı olduğunu söylediği ‘düşük faiz-düşük enflasyon-düşük kur politikası’ yürürlükte değil. Bununla birlikte TCMB’nin faiz artırımında isteksizliği de ortada. Böyle bir durumda belirleyici olan küresel piyasalardaki risk iştahı olacaktır. TCMB gereğini yapmaz ve risk iştahında bozulma devam ederse TL değer kaybetmeye devam eder. Bu senaryonun gerçekleşme olasılığı yarıdan fazla.
Dolar kuru yeniden 3 TL’yi, hiç olmadı 4 TL’yi göremez mi? İstikamet doğrudan 5 TL midir?

Fotoğraf: Reuters
Dolar kurunun 3 TL gibi bugün için çok düşük bir seviyeye geri inebilmesi için öncelikle küresel piyasalarda doların diğer tüm para birimlerine karşı çok büyük değer kaybetmesi gerekiyor. Örneğin bunun için avro/ dolar kurunun şu andaki seviyesi 1,17’den en azından 1,40’a çıkması gerekiyor. Doların küresel piyasalarda bu şekilde değer kaybetmesi için bir neden göremiyorum, diğer taraftan doların daha da güçlenebilmesi için belirli sebepler var.
Kur seviyesinin 4 TL’ye düşmesi ise daha gerçekçi bir senaryo. Küresel piyasalardan bağımsız bir şekilde hükumet popülist ekonomi politikaları terk eder ve TCMB yüklü bir faiz artırımında bulunursa bu senaryo imkân dahilinde olur. Ancak hem hükumetin hem de TCMB’nin böyle bir politika tercihinde bulunacağını zannetmiyorum.
Diğer taraftan doların hızlı bir şekilde 5 TL’ye ulaşması da benim için ana senaryo değil. Geçtiğimiz olağanüstü PPK toplantısında alınan kararlar 5 TL seviyesinin hükumet ve TCMB için de şu aşamada kabul edilebilir olmadığını gösterdi. Ayrıca Şimşek ve Çetinkaya’nın panikle çıktıkları yeni Londra ziyaretleri de hükumetin daha fazla eylemsiz kalmak istemediğini gösteriyor. Bununla birlikte küresel piyasalarda yeni bir dalgalanma olması halinde bu yıl sonuna doğru doların 5 TL’den işlem gördüğüne tanıklık edebiliriz. Hemen olmasa da yılsonuna doğru bu durumun yaşanması hayli olası.
‘Kriz riski yaşayan kurum ve birey 2001’den fazla’
2001 kriziyle bugünü nasıl kıyaslarsınız? O günden bugüne neler değişti? Nasıl tedbirler alınmalı? Hangi farklar gözetilmeli?

Fotoğraf: DHA
2001 krizinden bugüne olan en büyük fark hükumet, özel sektör, finansal sektör ve hane halkının kaybedebileceklerinin çok daha artmış olması. Örneğin 2004 yılından bugüne kadar toplam krediler 21 kattan daha fazla artmış. Enflasyon etkisinden arındırdığınızda bile bu artış 7,5 kat.
Bu şu demek: Ülkedeki borçlu sayısı çok fazla ve kriz esnasında iflas riski yaşayan birey ve kurum sayısı 2001 kriziyle kıyaslanamayacak kadar büyük. Özellikle 2013 sonrası dönemde hükumetin krizi yumuşak inişle hafif atlatmak yerine ötelemeyi tercih edip balonu tüm gücüyle şişirmesi sonucunda bu noktaya gelindi.
Böyle bir durumda krizi önleyemeseniz bile kriz kaynaklı yıkımın daha adil bir şekilde paylaşılmasını sağlayabilirsiniz. Örneğin iş insanlarının milyarlarca dolarlık servetini yurtdışına kaçırırken; yükümlülüklerini Türkiye’deki bankalara bıraktıklarını görüyoruz. Buna izin verirseniz sonunda faturayı yine tıpkı 2001’deki gibi sıradan vatandaşa ödetmiş olursunuz. Zorunlu kemer sıkmaya sosyal devleti zayıflatarak başlarsanız yine orta ve düşük gelir grubunu kriz kurbanı edersiniz. Üstelik tüm bunların sonucunda bu sefer yalnızca krizle karşılaşmazsınız; bir yazarkasa atmaktan çok daha büyük sosyal patlamalarla durumu ekonomik buhrana döndürmüş olursunuz. Bu edenle ekonomi yönetiminin önceliği kaçan sermayeyi içeride tutmak ve yüksek oranda onları da vergilendirmek; krize rağmen sosyal devleti yeniden inşa etmek olmalı. Bu şekilde krizin kusursuz bir buhrana dönüşmesi engellenebilir.
‘Kriz artık kaçınılmaz; iktidar değişimiyle günü kurtaramayız’
Biz tüketiciler/yurttaşlar ne yapmalıyız? ‘Kemerlerinizi sıkın, her şeye hazır olun’ diyebiliyor musunuz?
Kesinlikle! Zorunlu olmayan tüketimden kaçınmalılar ve dövize endeksli harcamalardan ve kredi kullanımından uzak durmalılar. Özel sağlık ve eğitim kurumlarını mümkün suret tercih etmemeliler. Bunun iktisadi ismi tasarruf paradoksudur. Kriz dönemlerinde tüm ülkenin eş zamanlı tüketimi kısması krizi derinleştirir; ancak o tasarrufu yapanları göreli zenginleştirir. Varlıklı kesim bu tip dönemlerde harcamalarına dikkat eder; orta ve düşük gelir grubu ise kriz tespitini her zaman en geç yapanlar olduğu için tasarruf yapmakta çok geç kalır. İşsiz hale düştükten sonra bunu başaramazsınız. Bu nedenle bireysel anlamda israftan kaçınmak çok önemli. Birikimlerini krizden ters yönde etkilenecek yatırımlarda değerlendirmeliler. Hepsinden ötesi 24 Haziran seçimlerinde şu andaki ekonomik vaziyetin sorumlularını tespit ederek tercihlerini yapmalılar.
Seçim her şeyi değiştirecek mi? Sonuç ne olursa olsun, seçim sonrası Türkiye’yi ekonomik anlamda nasıl günler bekliyor?

Fotoğraf: DHA
Bir konuyu netleştirmek gerek. Kriz artık kaçınılmaz; dolayısıyla olası bir iktidar değişimiyle günü kurtaramayız. Bununla birlikte krizin yükünün adil şekilde paylaşılabilmesini sağlayabiliriz. Erdoğan kendisinin de saklamadan ifade ettiği biçimde iş dünyasının dostu. OHAL ile grevlerin durdurulduğunu dahi açıkça belirtti. Bu nedenle önümüzdeki krizin faturasının yine orta ve dar gelirli kesime kesileceğini beklemek şaşırtıcı olmaz. Yeni bir iktidarsa krizin acı reçetesini toplumun tüm sınıflarına adil bir şekilde yansıtabilir. Kısacası seçim sonucunun ekonomiye olan asıl etkisi, krizdeki yıkımın kimin sırtına en çok yükleneceğinin belirlenmesi var.
Elbette biraz da gelecekten bahsetmek lazım. Yalnızca Erdoğan’ın 16 yıldır uyguladığı sıcak paraya dayalı ekonomi yönetimi çökmedi; küresel neoliberal sistem de çökmenin eşiğinde. Örneğin Türkiye’ye sürekli önerilen birçok yapısal reformu Batı Avrupa ülkeleri zaten yapmış durumdalar. Fakat bu ülkelerden Almanya hariç neredeyse hiçbiri olağanüstü teşviklerden faydalanmadan son 10 yılda büyümeyi başaramadı. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada yeni bir ekonomik sistem ihtiyacı var. İşte yeni hükumetin vazifeleri arasına sıcak paraya dayanan mevcut sistem yerine yenisini koymak da giriyor. Bunu mevcut iktidar yapamaz. Muhalefet adayları da kazandıkları takdirde bu cesarete sahip olup olmadıklarına bakacağız.
‘1994-2001 arası gibi uzun yıllar alan bir şekilde olacak’
Başta hükümet olmak üzere türkiye ekonomik darboğaza hazır mı? Ya da hazırlıksız mı yakalandı?
Maalesef kimse hazır değil. Hem özel sektör hem de vatandaş büyük bir borç sarmalı içerisinde. Özel sektör boğazına kadar döviz cinsi borcun içinde. KOSGEB ve KGF vasıtasıyla KOBİ’ler zar zor ayakta tutulabiliyor. Büyük holdinglerdeki borç yapılandırmalarını ise sürekli haberlerden takip ediyoruz; sayıları daha çok artacak.
Vatandaşın gelir düzeyinin zaten düşük olduğu ülkemizde tasarruf oranı da haliyle düşük. Üstelik bu tasarrufta dar ve orta gelirli kesimin payı da çok az. Büyük bir buhranın Yunanistan’da yol açtığı sonuçları hep beraber gördük. Yunanistan 2008’de bu buhrana 30 bin dolar kişi başı gelir ile girmişti; Türkiye’de ise ortalama gelir yalnızca 10 bin dolar. Buhrana dönüşebilecek bir krizi vatandaşın atlatması çok zor. Şehirlerde yaşayan insanların köyleriyle ve akrabalarıyla olan dayanışma bağı zayıfladı. Sosyal devletin zayıflatılmasıyla çağdaş eğitimin veya nitelikli sağlık hizmetlerinin ücretsiz sağlanması azaldı. Tüm bunlara zıt olarak toplum tüketime alıştırıldı ve zorunlu olmayan harcama alışkanlıkları edindi. Dolayısıyla vatandaş ekonomik krize tamamen hazırlıksız durumda.

Fotoğraf: Reuters
Hükümet ise hem özel sektöre hem de vatandaşa göre çok daha erken bir zamanda kriz sinyallerini almıştı. Baskın seçimin de son bir yıldır ayarı kaçırılmış popülist ekonomi yönetiminin de nedeni buydu. Bununla birlikte hükumetin elinde krize karşı kullanabileceği çok az silah kaldı. Yurtdışından para akışı daha da yavaşladığında hükumetin acz içine düştüğünü daha açık bir şekilde göreceğiz. Bu esnada hızlandırılan özelleştirmeler ve iyice zorlanan telafi edici para ve maliye politikalarıyla krizin etkisi az da olsa yumuşatılabilir. Ancak bu politikaların esas sonucu 2020’li yılların büyümelerini öne çekmek ve dolayısıyla geleceğimizi daha da karartmak olur.
Özetle özellikle vatandaşlar olarak krizin olası şiddetini ve süresini henüz algılayabilmiş değiliz. Durum 2008-09 krizindeki gibi hızlı bir çöküş ve hızlı bir toparlanma şeklinde olmayacak. Daha çok 1994-2001 arası dönem gibi uzun yıllar alan ve sabır tüketen bir şekilde cereyan edecek. Umarım bu kaçınılmaz krizden her beraber dersimizi alır; 2001 sonrası ekonomi yönetimindeki büyük hataları tekrarlamayız.
* Küçük ve orta büyüklükteki Londra merkezli firmalara kurumsal ve finansal danışmanlık veriyor. Öncesinde İstanbul’da farklı portföy yönetimi şirketlerinde emeklilik ve yatırım fonları müdürü olarak çalıştı. Lisans ve yüksek lisans öğrenimini ODTÜ işletme ve finansal matematik bölümlerinde tamamladı. Yüksek lisans öğrenimi esnasında yine aynı kurumda araştırma görevlisi olarak çalıştı. Doktora çalışmalarına Marmara Üniversitesi’nde başlamış olup King’s College London’da araştırmalarına devam ediyor.