
BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Ukrayna’daki gerilimin biraz kanıksanmaya başlamasından istifade edip, bizim eski kriz merkezimiz Ortadoğu bölgesine dönüş yapalım. Yaklaşık kırk senedir Türkiye’de gündemin tepesinde olan Kürt meselesi ve onun uzantısı sorunlar yumağına değinmek için geçen haftaki gelişmeleri bahane edebiliriz. Aslında toplum artık ‘terörle mücadele’ kapsamında yapılan operasyonlar ve sonuçları konusunda bir nebze kayıtsızlaştı. Her hafta bildirilen ‘etkisiz hale getirilen terörist’ haberleri yıllardır, hatta on yıllardır süren bir rutin haber akışı olduğu için artık etkisini ciddi biçimde kaybetti. Konu, toplumun öncelikleri sırasındaki yerini, artan ekonomik zorlukların da etkisiyle yitiriyor. Haber akışı bir kesimin ‘tererörö muhabbeti’ diye alaya almaya başladığı bir kısır döngüye girmiş durumda.
Cumhuriyet tarihinin bu en ağır sorunun kamuoyu iletişiminin ne kadar isabetli olduğu, bunun sadece dış politikada değil aynı zamanda demokratik rejim üzerinde de olumsuz etkileri ayrı bir konu. Öte yandan tüm iletişim mecralarının üstünü örten bu köpüğün ardında bir de bölgesel gerçekler ve onun Ankara’nın küresel siyaseti üzerindeki etkileri de var. Bu değişim Türkiye’nin kontrolü dışında bölgede taşların yerinden oynaması sonucunda gerçekleşti ama neticede hayatın bir gerçeği olarak karşımıza dikildi. Birinci Körfez Savaşı ve arkasından gelen Çekiç Güç, Ankara’nın dilinden düşürmediği Irak’ın toprak bütünlüğü suyun ısınmasında ilk adımlardı. Askerler, siviller derken içeride büyük kavgaların kopmasına, memleketin güvenlik elitinin belli bir kesiminin Batı’yla duygusal kopuşuna sebep olan bir kilometre taşıydı. Barzani ve Talabani gibi yerel liderler doksanların başında Özal tarafından meşru aktörler olarak kabul edilip ağırlandığında, cihet-i askeriyeden ve onların medyadaki uzantılarından büyük tepki görmüşlerdi. Zaten resmi söylemde ortada Kürt meselesi gibi bir sorun yoktu; feodal ilişkilerin hala kırılamamış olmasından kaynaklanan bir geri kalmışlık problemi mevcuttu. Bu durumda Kuzey Irak’taki güçlü aşiret liderlerinin çözümün değil sorunun bir parçası olması doğaldı. Ankara’nın şahinleri elbette feodaliteyle mücadele gibi ulvi bir misyon bilinciyle bu tepkiyi vermiyordu; bilakis Erbil’in, Süleymaniye’nin siyasi otonomi kazanmasının haritaların değişmesiyle sonuçlanacak sürecin ilk adımları olduğunu düşünüyordu. Yani, PKK elbette bir numaralı düşmandı ancak diğer Kürt aktörlere de güven duyulduğu, onların muhatap alınmasından memnun olunduğu yoktu.
Neticede Ankara’daki kafa karışıklıklarına, ayak sürümelere rağmen Erbil merkezli bir siyasi aktörün ortaya çıkışına yıllar içerisinde tanıklık ettik. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin dış politikadaki en önemli inisiyatiflerden birisi bu oluşumla -Özal sonrasında- bir biçimde ilişki kurmak, ekonomik ve siyasi bağlar geliştirmeye çalışmaktı. İlk yıllarında iktidarın müesses nizamın gazabını üzerine çekme sebeplerinden birisi olarak bu politika 2007 seçiminde bile gündeme gelmiş, Deniz Baykal meydanlarda, “AKP’ye verilen her oy Barzani’ye verilmiş oydur” deyivermişti. O zamanlar Erbil’in PKK’yla -en hafif ifadeyle- temasta olduğuna dair yoğun bir propaganda vardı ve terör saldırılarından sorumlu tutuluyordu. Medyanın amiral gemisinin baş yazarı, Dağlıca saldırısı sonrası Türk jetlerinin Erbil’in üzerinde uçması önerisinde bile bulunmuştu.
Uzun iktidar yılları boyunca hemen her konuda pozisyonunu değiştiren iktidar partisi, bütün güçlüklere rağmen Erbil’le kurduğu bağın güçlendirilmesinde ısrarcı oldu. Enerjiden ticarete, kültürel etkileşimden güvenliğe birçok konuda Türkiye kendisine bölgedeki en yakın partneri Barzani yönetimindeki yapıda buldu. ‘Komşularla sıfır sorun’dan ‘muhteşem yalnızlık’a savrulurken Erbil yine bizim yanımızda yer almaya devam etti. Kerkük referandumuyla sınırı aştıkları için araya bir soğukluk girdi ama yine hızla aynı can ciğer kuzu sarması pozisyonumuza döndük.
Kabul etmek gerekir ki, doksanlı yılların şahinlerinin tüm Kürt aktörleri karşımıza alma politikasına göre daha detaylı ve sürdürülebilirliği yüksek bir çizgiydi bu. Hem ekonomik açıdan fayda sağlandı hem de siyaseten bir manevra alanı yaratılmış oldu. Hem bölgesel aktörler hem de küresel güçler bir Kürt politikası geliştirirken Türkiye’nin tek boyutlu tedbirlere hapsolması zaten kabul edilemezdi.
Öte yandan sorunun silahlı boyutunu sona erdirmek için başlatılan ‘Çözüm Süreci’ aynı başarıya ulaşamadı. Dışarıda Suriye iç savaşının bir uzantısı olarak sorunun yeni bir boyut kazanması, içeride de Türk tipi başkanlık sisteminin gerekleriyle sürecin doğal sonuçlarının çelişmesi, işlerin raydan çıkmasına sebep oldu. Bir kez daha doksanlar tipi bol milliyetçi ajitasyonla toplumun gazlandığı ama hem içeride hem dışarıda işlerin kördüğüm edildiği bir yola girildi. ‘Terörle mücadele’, ‘beka meselesi’ dediğimiz her noktada dış politikadaki hareket alanımızı daralttığımız gibi içeride de demokratik siyaseti tıkanmaya götürdük.
Geçtiğimiz hafta Kuzey Irak’a yapılan hava harekâtı artık olağanlaşan askeri adımların birisiydi. PYD’nin kontrol ettiği bölgelerde örgüt liderlerine yapılan SİHA saldırıları da artık rutin haber akışının bir parçası haline geldi. Türkiye’nin Fırat’ın doğusunda yapmak istediği askeri harekata bir türlü yanmayan yeşil ışığa karşı böyle nokta operasyonlara göz yumulduğu anlaşılıyor. Gündem içinde kaynayıp gidecek, kanıksadığımız bu olaylar bir yana daha sıra dışı haberlerse sınırımızın güneyinden geliyor. Bir süre önce PYD kontrolündeki hapishaneye, tutukluların kurtarılması için yapılan IŞİD saldırısı gündemdeydi. Geçtiğimiz günlerde ise İdlib’te Türkiye’nin kontrolündeki bölgede IŞİD liderine yönelik Amerikan özel kuvvetleri operasyonu gündeme düştü. Konuyla ilgili açıklamada Biden, PYD’nin verdiği istihbarat desteğine de değindi. ABD’nin böyle bir operasyon için PYD desteğine ihtiyacı tartışılır ama Biden’ın böyle bir ifade kullanması, onlarla iş birliklerinin devamının teyidi gibi okunmalı. Bu iki olay birbiriyle bağlantılı mı, değil mi şu anda bir şey söyleyemiyoruz ama Türk kamuoyunda oluşturulan bütün algının aksine meselenin dallanıp budaklandığı, Amerika’dan Rusya’ya tüm aktörlerin Kürt kartını elinde tutmaya çalıştığı görülüyor. Ankara’nın sadece güvenlik penceresinden görmekte ısrar ettiği bir politik değişken bölgede oyun kuran herkesin hesaplarında yer alıyor.
Böylelikle Türkiye’nin Erbil üzerinden kurguladığı oyunun eksikleri de ortaya çıkıyor. Yine Erdoğan’ın ağzından birkaç gün önce Barzani yönetimine yönelik olumlu ifadeler duymakla birlikte, bu pozisyon yine de daha geniş bir coğrafyada Türkiye’nin istediği sonuçlara ulaşmasına yetmiyor. ABD’nin ve Rusya’nın bölgedeki varlığı olmasa belki Ankara bu politikasıyla istediği sonuçları alabilirdi ama büyük balıkların yüzdüğü sularda bu yeterli olamıyor.
Bu sert politikaların bir de iç politikada izdüşümü var. Bunu da yine Cumhurbaşkanı çok ilginç bir biçimde kendi üslubuyla, “Edirne, İmralı’ya hesap verecek” diyerek ifade etti. İzlenen dış politikalar limitlerine ulaşırken, seçim sürecinde bu çelişkinin daha da zorlusu içeride iktidarın karşında çıkıyor. İmralı kartının ortaya konmasının ne kadar yeterli olabileceğini yerel seçimlerde gördük.
Velhasıl-ı kelam her iki alanda da sürdürülemez bir politikanın son düzlüğüne girmekteyiz. Erbil, Kandil, Edirne, İmralı derken iktidarın Kürt politikasında yeni adımlar atmak zorunda kalacağı bir zemine doğru ilerliyoruz. Üstelik beka meselesi gibi sunulan birçok sorunun da iktidar mücadelesinde bloklar arası çekişmenin uzantıları olduğu giderek daha belirgin hale geliyor. Sonunda Edirne’yi İmralı’ya şikayet ediyoruz, Erbil üzerinden de Kandil’i dizginlemek istiyoruz. Bir de siyasetçilerin kaşımaya doyamadığı milliyetçi kamuoyunun hassasiyetleri var elbette. Birbiriyle çelişen birçok parametre içeren bir ‘Gordion Düğümü’ ile karşı karşıyayız; efsaneye göre düğümü çözenin Asya’nın hâkimi olacağını da tekrarlayalım.