ARDA EKŞİGİL
Nankör ve provokatör yurttaşların amel defterini tutmakla meşgul bir cumhurbaşkanının, halkın feveranını donuk gülücüklerle göğüsleyen valilerin ve ilahiyatçı bir AFAD başkanının dualarının önderliğinde, bir afetin faciaya dönüşmesini izliyoruz.
Dehşet, öfke, çaresizlik arasında gidip geliyoruz ama şaşırmıyoruz da, çünkü deprem haberlerinin geldiği o ilk andan itibaren işin idari kısmında ‘bir takım zaaflar’ olacağını, asıl enerjinin o zaafları en pişkin bir biçimde sümenaltı etmeye harcanacağını tahmin ediyorduk.
Türkiye’de afet yönetimi, toplumun başına gelen felaketle teke tek dövüşürken yetkili sayılan bir takım zevatın yaptığı zincirleme patavatsızlık ve beceriksizlikleri idare ederek, ‘öfke yönetimi’ yapmasının diğer adıdır. Millet yalnızca altında kaldığı enkazı değil, rical-ı devleti de taşır omzunda.
Yardım feryatlarının sela sesleriyle bastırıldığı, kalanların bileklerinin şehadet şurubuyla ovulduğu günlere giriyoruz. Gazeteci, siyaset bilimci ve sosyologlar temkinli fakat isabetli bir şekilde devlet-toplum ilişkisini tekrardan masaya yatırıyor.
Felakete tepki ver(e)meyen kurumlar, donuk, sabırsız hatta gönülsüz ifadelerle enkaz alanlarını turlayan yetkililer, ‘yüksek battaniye üretim ve sevkiyatıyla’ böbürlenen bakanlar, devleti temsil eden kişi ve kurumların iflas manzarasına ahali ne hüküm verecektir?
Yeri geldiğinde baş okşayan, gerektiğinde tokat atan babanın havucu bitmiş, sopasının ayarı kalmamışsa ne olur?
Facianın ele alınış biçimi ve boyutu, toplumun özellikle milliyetçi-muhafazakar kesimlerinin alamet-i farikası olan devletperest tavır ve tutumlarda bir aşınmaya, ‘kadim’ zihin kalıplarında bir kırılmaya yol açar mı?
Bu ve benzeri sorulara son günlerde – ve takip edebildiğim ölçüde – verilen cevapları birkaç kategori altında toplayabiliriz zannediyorum.
İlk olarak, Tanıl Bora’nın (Birikim, Eylül-Ekim 1999) tabiriyle ‘Mehdici milatçı’ yaklaşımla başlayalım.
‘Türkiye artık eskisi gibi olmayacak’ şiarıyla özetlenebilecek bu yorum, bir anlamda en iyimser, aynı zamanda en ‘inkılapçı’ bakışı sunar. Devletin gösterdiği zaaf ‘milleti’in gözünü açacak, kadir-i mutlak ‘kutsal devlet’ imgesi sarsılacak/yıkılacak, emsalsiz mağduriyetler silsilesi sorgulamayı, sorgulama da değişimi, dönüşümü getirecektir.
İkinci yaklaşım, temkinli bir bekle-gör anlayışıdır. ‘Devlet enkazın altında kaldı’ keskinliğine varmadan, sivil toplumun müthiş hareketliliğinden ve trajedinin boyutlarının yıkıcı etkisinden gücünü alan potansiyel bir dönüşüm beklentisi; ‘Hiçbir şey olmadıysa bile bir yerlerde kesin bir şeyler oldu’ hissiyatının kuvvetlenmesi. Olan şey ne zaman ve hangi şekilde ayyuka çıkar, devlet milletin ‘kırık kalbini’ onarabilir mi? Deprem sonrası toplumsal duygu durumunun ölçülemediği, yıkımın neye/kime gebe olduğunun anlaşılamadığı bir belirsizlik bulutu.
Üçüncü yaklaşım, kaba tabirle ‘Bu millet adam olmaz’ kalıbına sıkıştırılabilecek, en karamsar pozisyon alış olarak düşünülebilir. ‘Başına ne gelirse gelsin’, milliyetçi-muhafazakar kesimin tutum ve kavrayışında ciddi bir ‘oynama’ olmayacağını, bir depremzedenin ifadesiyle ‘yedi kere de deprem olsa’ değişmeyecek katı bir ‘duruş sergileneceğini’ öngören bu analiz, tıpkı diğerleri gibi her büyük toplumsal olay/felaket sonrasında öne çıkan düşünce hatlarından biri. Felaket esnasında gözlemlenen öfkenin müspet ve somut bir hedefe kanalize olamaması, dönüşümün potansiyel kıvılcımlarının harlanamadan sönmesine yol açacaktır bu anlayışa göre. Boşlukta yankılanan ‘Nerede bu devlet’ feryadı devletdışı aktörler tarafından da (haliyle) tatminkar bir cevapla karşılanamayınca, devletin geç ve kısmi de olsa ufukta görünmesiyle birlikte boşa çıkar, mahut ‘huzur ve düzen’ tekrardan tahsis edilir.
Basitleştirerek özetlediğimiz bu üç yaklaşımın her biri deprem sonrası toplumun, özellikle de milliyetçi-muhafazakar cenahın girip gir(e)meyeceği şeritlere işaret ediyor kuşkusuz. Hangi yola hangi hızda sapılacağı, bilindik yoldan devam edilip edilmeyeceği belirsiz, fakat bir kavşakta olduğumuz aşikar.
Bu noktada, toplumun belli kesimlerinin şedit devletperestliğinin çeşitli yönlerini tasvir etmenin ötesine geçip bu tavır ve düşüncelerin niçin ve nasıl bu denli kökleştiğini kurcalamak, direnç noktalarını saptamak büyük önem arz ediyor. ‘El ele veren devlet-millet’ işbirliği, çatışması veya geçişkenliğinin ele alınacağı bu günlerde, kiminin ceberrut bir kibir abidesi olarak algıladığı yapının başka ‘kutuplar’ tarafından nasıl ve niçin büyük heves ve iştahla kutsanıp kucaklandığının üzerinde durulmasının elzem olduğunu düşünüyorum.
***
“Yahu, şöyle dedim yahu… Bizim ülkemizi yıkmak için uğraşan terör örgütlerine yardım etmeyin… Çünkü dedim, eğer bizim devletimiz yıkılırsa, bizim insanlarımız yüzyıllardır kaybettikleri topraklardan dolayı, bir travma içindeler… Öyle ya, Akdeniz bizim Marmara denizi gibiydi. Karadeniz gene aynı. Ege denizi gene aynı… Şimdi kırk, elli tane komşu devlet var. Oraların hepsi bizimdi. Kala kala küçücük bir yer kaldı. Ora da gidecek diye herkeste travma var.“
Sedat Peker, 9 Mayıs 2021
Çağımızın ‘önde gelen milliyetçi-muhafazakar özneleri’nden sayabileceğimiz Sedat Peker’in, Barış Akademisyenleri’ni niçin hedef aldığını ‘samimi bir şekilde’ anlattığı bu kesitte, konumuza dokunan ilginç bir ayrıntı bulunuyor. Ahalinin devletin etrafında hizaya girip bekası uğruna ‘her türlü’ faaliyete girişebilme dürtüsünün altında ‘bölünme korkusu/travması’nın yattığını ifade ediyor Peker. ‘Devletimiz yıkılırsa’ endişesi, hiç tanımadığımız insanların ‘kanında banyo yapma’yı meşrulaştırabilir, hatta zorunlu kılabilir ona göre. Kaya gibi sarsılmaz Türk devletperestliğinin temelinde yatan karmaşık duygu durumunu anlamamıza faydası dokunabilecek ipuçları vardır burada.
Yukarıda bahsettim, milliyetçi-muhafazakar cenahın devletin zaafları, kusurları, günahlarına toslayınca evvela bir şaşkınlık (‘Nerede bu devlet’) daha sonra bir yüz çevirme (‘Böyle devlet olmaz olsun’) evresinden geçeceğine, bunun da zihinlerde tedrici veya radikal bir kopuşa yol açabileceğine dair yaygın bir kanaat/temenni var. Buradaki önkabul, bahsi geçen cenahın devletin gücüne, kudretine, azametine iman etmiş olduğu ve belli kriz anlarında bu gücün bir seraptan ibaret olduğu kavrandığında derin bir hayalkırıklığına gark olarak ‘beka paradigması’na yüz çevireceği. Bu önkabulün oluşması ve pekişmesinde elbette devlet-milletin el ele vererek semirttiği aşkın, taşkın, geceleri ansızın istediği ine girebilen, hamasi ‘ebed-müddet devlet’ retoriğinin payı büyük.
Zurnanın zırt dediği yer, teröristlerin ayakkabı numaralarına kadar ölçüp biçen devletin, çarıksız kalan milletinin ayağına giydirecek pabuç dahi bulamadığı, o çaresizlik anı.
Tam da içinden geçtiğimiz o çaresizlik anında donduralım görüntüyü. Devletin bir gece ansızın kabuğuna çekilmesi, koltuğundan dahi kalkacak mecali bulamaması, toplumu -spesifik olarak da muhafazakar-milliyetçi cenahı- gerçekten şaşırtmış mıdır? Muhafazakar özne (bile) kılıfına sığmayan minareyi görmemezlik edemez, doğru. Fakat gördüğü gerçekten hayalkırıklığı yaratır mı? Yoksa, devletperestliğin temelinde yatan, açıkça söylenmese de hep hissedilen -ve hatta tecrübeyle sabit olan- o kırılganlığın, potansiyel bir çöküş ihtimalinin getirdiği o teyakkuz halini mi tetikler?
Zahiren düzdüğü tüm methiyelere rağmen devletin aslında ‘her an’ dağılabileceğini, selametine zeval gelirse de ‘maazallah kaosa sürüklenebileceğimizi’ sezdiğinden durmaz mı ‘devletinin yanında’ millet? Kavgacıdır, haşarıdır, geçimsizdir, aile içi şiddete fazlasıyla meyyaldir devlet, fakat aslında çelimsizdir de. Kusurları bilinen fakat mümkün olduğunca görmezden gelinen, söylediği yalanlara kanılıyormuş gibi yapılan, eve sarhoş gelip bizi tartaklasa da gece kanepede uyuyakaldığında günahlarıyla birlikte üstünü örttüğümüz ‘babamızdır.’ Bilinmeze sürüklenmektense tanıdık nizamın bilindik nizamsızlığına katlanmaktır.
Devletin hantallığını, yetersizliğini, ilgisizliğini bildiği içindir ki felaket anında toplum elinden hemen kapıverir bayrağı. Ondan bir şey beklenemeyeceğini içten içe bildiğinden yardım ve dayanışma mekanizmaları oluşturarak, yine Tanıl Bora’nın ifadesiyle adeta bir ‘gölge-devlet’ kurarak omuzlar kendi kendini. Yüzüne IBAN atılınca kırılır elbet, fakat küs(e)mez. Gecenin bir saatinde meydanlara davet edildiğinde, kendi evlatlarına kurşun atma ve yeme pahasına ‘sokaktan toplar’ devleti. Enkazın altında kaldığında yardımına koşan, suyunu veren, yerle yeksan olmuş itibarını sessizce battaniyeyle örtecek olan da odur. Darılsa da kızsa da Peker’in ifadesiyle ‘o da gidecek’ kaygısıyla tutunur eteklerine çaresizce.
O çaresizlik türküsünden başka bir nağme duyulmadıkça bu topraklarda, kulakları ne kadar tırmalarsa tırmalasın, aynı zurna devam eder ötmeye.
Devlet çekildiğinde, boşluk yine dolar devletle.